Mitselleşen anlatımıyla İbrahim Peygamber oğlunu (İshak/ İsmail); Tanrısına kurbanlık olarak adamıştı. Sırası geldiğinde, İbrahim’in Tanrısı bunu olumlamadı. Eylem anında elçisi İbrahim’e bir koç yolladı. Ibrahim’in kurbanlık oğlu, kesimden kurtuldu. Böylece insanoğlunun kurbanlık olamıyacağı anlaşıldı. Ama ne hikmetse; İbrahim‘in oğluna indirilen koç, asırlar sonra İbrahim Kaypakkaya’ya gelmemişti. Gerçi Kaypakkaya’nın da, Tanrısında böyle bir beklentisi hiç olmamıştı! Belkide bu yüzden bir kurban gibi kendisini, halkların kardeşliğine adamıştı!
Hiç kimse inkar etmiyor. Onun düşünceleri, düşmanları için bir tufan habercisiydi. Hele Kemalizmi, başından beri mahkum etmiş, çağının en ileri görüşlerini savunmuştu! Tıpkı önderleri İmam Hüseyin, Eba Müslüm, Mansur, Nesimi, Sühreverdi, Baba İlyas, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan, Seyyid Rıza gibi davranıyordu! Düşmanları; onun yazdıklarını, yakılması gereken Zend Avestanın “gataları” gibi görüyorlardı. İbrahim’den, Nuh’a bir ara koridor vardı. Ve O, aynı zamanda kendi çağındaki Nuh’a tekkabül ediyordu. Zira gelecek olan Tufan’ı sezmiş, yoldaşlarıyla birlikte tufanlara dayanıklı bir gemi inşaasına başlamışlardı! Nitekim düşmanları, bu kurtuluş gemisine kimsenin binmemesi için uğraş
içindeydiler. Daha da olmazsa, geminin delinmesi ve onlar için sürmekte olan bu karanlık çağın devam etmesi gerekiyordu!
O, diğer yol emsallerine hiç mi hiç benzemiyordu! Zebaniler için O; Kendini bilmez bir başkaldırıcı ve oyun bozandı! Arı kovanına çomak sokuyor, temele oynuyordu! Dolayısıyla görüldüğü yerde, bir yudum suda, olmazsa Karadeniz‘de boğulmalıydı! Kaldıki O, ne Samsun’a çıkıyor ve ne de ki Samsun’dan İzmir’e, Ankara’ya çıkarmalar yapyordu! Munzur dağlarına sırtını dayamış bir Koçeroyu canlandırıyordu. Çünkü O; Emperyalistlerin gardolabına tükürmüş, Kemalizmi deşifre etmiş, tekçi zihniyetin kuyusuna çakıl atıp, suyunu bulandırmış bir kendini bilmezdi! Ezilen–yoksayılan, ölümlere terkedilmiş Kürtlerin, “kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini“ beyan eden bir dâi idi! O; uyutulanlar arasına nifak sokuyor, onları uyandırıyordu! Ol sebepten düşmanları; Onun için işkencelerin en görkemlisini hazırlıyorlardı! Adaşı İbrahim gibi ateşlere atılmalıydı! İsa’nın çarmıhta çektiği acıyı çekmeliydi! Kerbelada kellesi kesilmesi gereken artık bir Hüseyin; zehirlenmek için sırasını bekleyen Eba Müslüm’dü! Derisi yüzülen, bilekleri kesilen Hallac-ı Mansur’un acısını yüreğinde hisetmeliydi. Onun şahsında; tüm sevdiklerine, Serez çarşısında ipi boynunda gezdirilen Şeyh Bedrettin’in rolü verilmeliydi. Amasya kalesinde asılması gereken bir Baba İlyas’tı. Daha fazla konuşmaması ve yazmaması için taşlanarak, idam edilmesi gereken Pir Sultan Abdal’dı. “Bu zalimler, bizi Kerbelaya götürecek sandık ama, Kerbelayı bize (Dersim) getirdiler!” diyen, gençecik evladının ipe çekildiğini gördükten sonra sehpaya çıkarılan Seyid Rıza’ının yolağında, hakka yürümeden önce derin acılar yaşamalıydı. O; Vartinik’te kanlar içinde yatan yoldaşı Ali Haydardı. Onun bir damarı Babek’te, Huremilerde, Karmatilerde beslenmişti, bu biliniyordu! İşte bu damarı kesilmeli ve kansız bırakılmalıydı. Dedik ya, aslında O; tüm zamanların büyük devrimcisiydi. Tam 43 yıl sonra, günümüzde adı bile yasaklar arasında yer alan, hala umudun tohumu değilmidir İbrahim Kaypakkaya...?