Lütfen bekleyin..

Ercan Cengiz

YAŞANMIŞ/LIK-LAR: RIZA AĞA EVLENMEK İSTİYOR

30 Mayıs 2016, 22:26

Otuzunu devirmiş olan Rıza Ağa (çekemeyen köylüler Kelles diyorlar), yalnız yaşıyor. Yalnız dediysem öyle hepten yalnız değil tabi. Odanın bir tarafına kısrağını bağlayan Rıza Ağa, diğer tarafında, bir köşede yaptırdığı makat üzerinde de kendisi uyurdu. Bundan başka, merek olarak kullandığı bir göz evi daha vardı, köy yerinde...

Varlıklı bir aileden geliyordu Rıza Ağa; köyde tarlası, tumu derken, epeyi bişeyleri vardı. Gelgelelim, kadın konusunda şanssızdı Rıza Ağa; haydi kendisi beceremiyor, ne olurdu yani, şöyle vicdan sahibi biri çıksa da baş-göz etseydi sevabına!...

Kısrağına biner giderdi kasabaya. Yol boyu karşılaştıkları ile sohbeti koyulaştırır, canı istemeyince de 'deh' deyip hızla sürerdi kısrağını. Sohbetin esas konusu, genellikle kadın üzerineydi Rızo'nun.

Ben yaşlarında çocuklara da sorardı okul yolunda görüp, kafası esince; 'Köyünüzde böyle güzel bir kadın yok mu, evlenecek?' diye sorar, yardımcı olmamız halinde bize harçlık felan vereceğini söylerdi. Ben yaşlarında bazı çocuklar, sırf para koparmak için Kelles'ten, ne güzellikler, eline el değmemişlikler anlatır, şahlandırırlardı Kelles'i.

Huylu, huyundan vazgeçmez derler ya, biraz öyle gibi. Ama bazılarının yalanı – foyası ortaya çıkmış, deşifre olmuşlardı. Bu deşifre olanlar, korkularından yaklaşamıyorlardı Kelles'e...

Rıza Ağa, sürekli gündeminde tuttuğu bu evlilik meselesini günün birinde, çarşıda Arteş'e açar. Arteş'in beklediği bir, Tanrı ona vermiş yetmiş iki gibi...

Kış kapıda, elde yok, avuçta yok; 7-8 nüfusa bakıyor Arteş. İş yok, güç yok kasabada.

Diyor Arteş, konuyu açar açmaz, dedim tamam, ben bu meseleyi halledebilirim. Rıza Ağa'ya (Kelles'e) aracı olur güzel bir kadın bulur(!), bu arada ben de, onun verdiği para ile kışı atlatırım.

Pazarlığa oturduk diyor Arteş, garsona seslendim hemen; 'iki çay garson'. Sıcak sıcak çayı yudumlarken, 'buyur Rıza Ağa, seni dinliyorum'.

Rıza Ağa'nın evlenmek için can attığını bilmeyen yok, yine de kendi ağzıyla bana söylemesi pazarlığı kızıştıracak, daha fazla para (harçlık) alacaktım Rızo'dan!...

Dedim, bizim köyde 18-20 yaşlarında genç, genç olduğu kadar çalışkan, maharetli, ve bir o kadar da güzel bir kız var Rıza Ağa. Anlaşırsak eğer, sana ayarlayabilirim. Pazarlığı iyice kızıştırmak için de 'kızın, isteyeni çok' diye de ekledim.

Paranın kokusunu alan ve biraz da meraktan olsun çatlayan garson, etrafımızda fır dönüyor; masamıza iyice yaklaşınca sesimizi kesiyoruz onun yüzünden. Ara ara, 'tazele' desem de, nereye kadar tazeleyecek? Kış kapıda, cepte para yok. Birkaç çay, bir de öğle vakti Heydo'nun yerinde sıcak bir çorba içmeye ancak yetiyor para. Böylece günü deviriyordu insan. Üstüne çıktın mı, ertesi günün harçlığından yenmiş oluyor ki, dağ olsa dayanmaz!...

Garson, her ne kadar diğer masalara gidip müşterileriyle ilgileniyormuş gibi yapsa da, iyi biliyorum ki bir gözü-kulağı bizde. Adam çatlıyor meraktan, 'Bu Arteş, kulak kulağa vermiş, ne konuşuyor olabilir Kelles'le?... Aynı köylü olsalar haydi neyse de!...' Öyle geliyor ki, diğer masalarda oturan müşteriler de gaz verip üzerimize yolluyorlar garsonu. Adam bi türlü, ötede durmasını beceremedi gitti.

Dedim Rıza, 'Diyeceğini çabuk de; görüyorsun ki milletin gözü – kulağı üzerimizde. Kız güzel, hamarat, evin her bi işi elinden geliyor. Köyde onun üzerine orak deren, yufka açan, ayran yayan; böyle temizlik, çamaşırla uğraşan başka biri daha yok...' Bir yandan Rıza Ağa'yı kandıracak kızı canlandırırken hayalimde, diğer yandan da böylesine güzel bir kızın yerini alacak erkeği yokluyorum köy gençlerinin arasından. Şu olur, bu olmaz diye diye, birinde durdum. Dedim, bir yevmiye felan verirsem kendisine, beni kırmaz.
Garson'un radarı altında Rıza Ağa'yı kıvamına getirmeye çalışırken, paralelinde gelin adayını da bulmuş, gözüme kestirmiştim. Şimdi Rıza Ağa üzerinde mümkün mertebe fiyatı yükseltmekte sıra.

Dedi 'tamam' Rıza Ağa, 'kızı bana ayarlarsan sana temizinden iki binlik veririm.'

Numaradan kalkar gibi yaparak sandalyeden, dedim Rıza Ağa, sen benimle dalga mı geçiyorsun? Kızın isteyeni çok, senden başlık parası felan da istemez; ailesi zengin.

Bunun üzerine, sağına soluna bakan Rıza Ağa, 'eh hadi üç binlik olsun,' diyerek bir binlik arttırdı.

Bu sefer sinirlenmiş gibi yaparak, off-puff ettim; sağıma, soluma bakarak. Rıza Ağa'ya göz attıktan sonra, garson dedim, hesabı getur. Dememle, garsonun yanımızda bitmesi bir oldu.

Rıza Ağa, masaya eğdiği kafasını kaldırarak, 'bıra tazele' dedi, yavaşça.

Eh tabi garson, her ne kadar sırıtsa da yeniden çay istiyor olmamıza, huylandı da. Ne oluyor? Gibisinden bakan diğer müşterilere cevaben bir hareket çekti ki, bêlê nêzonê, bilmiyorum, anlamında başı-kıçı oynadı yerinden. Yani adam bêlê bi ipucu felan alsa, katlaya katlaya, ballandıra ballandıra, taa ki meşhur edinceyi Rızo'yu ve beni (yerin dibine batırıncaya kadar diye okuyun siz) günlerce, aylarca anlatacak millete...

Miktarı yükseltmek için en uygun zamanı kolluyorum tabi. Rıza Ağa'ya dönerek; 'bi beşlik verirsen anlaşırız' dedim. Hemen arkasından da ekledim, 'artık ne ben yukarı çıkarım, ne de sen aşağı in. İstiyorsan, parayı verir, ardından gelir kızı alırsın', diye de bir yoklama çektim.
Çaylarımızı içtik, ben ettim Rıza Ağa etti, bırakmadı çayların parasını ödeyeyim. Arkasından Heydo'nun lokantasına gittik. Her zamanki gibi ben 'çorba' dedim. Tabağı eline almış, tam çorbayı dolduracakken; Rıza Ağa seslendi, eliyle de işaret ederek;'İki kuru, iki de pilav getur bıra Heyder,' dedi. Çarşıda o gün, çorbanın yerine mideme kuru fasulye ve pilav indi. Bir ilk, bir devrimdi benim için, Heydo'nun yerinde kuru fasulye ve pilav yemek kuru soğanla...

Dışarı çıkınca, ben; 'Rıza Ağa, artık anlaştık seninle, yemeğimizi de yedik. Paramı versen de, ben de yavaş yavaş köye gitsem. Çocuklar aç, perişan beni bekliyorlar,' diye de bi güzel acındırdım kendimi. Maksat, böylesine bir meseleyi veresiyeye havale etmemek tabi. Güven artsın diye de ermişlerimiz üzerine yemin ettik karşılıklı...

Rıza Ağa anlayışlı adam, hemen karşımızda Ziraat Bankası. Bankaya gitmesi ile gelmesi bir oldu. Çaktırmadan parayı sokuşturdu cebime. Bende bir heyecan, bir heyecan. Tuvalet bahanesi ile hemen Caminin tuvaletine gidip, kapıyı çeker çekmez, Rıza Ağa'nın çaktırmadan cebime sokuşturduğu paraya baktım. Tam beş binlik. Milli Piyango vursa, bu kadar sevinmezdim. Kapıyı vurup çıktım caminin tuvaletinden. Dış kapıya gelmeden, bêlê merdiven altı gibi bi yerden 'para hemşehrim, para' diye seslenen tuvalet bekçisini gördüm, bêlê hücreye benzer, ama yarı açık camı olan bi deliğin arkasında. Bir iki adım atınca geriye, camı açık yere uzattım bi elli kuruş. Parayı alan bekçi, bi sevindi, bi sevindi ki kaçmadığıma; yani kaçsam hayatta yakalayamaz; o taraftan kolonya tuttu elime.

Hemen arka sokaktan dolanıp, toptancı Xıdo'ya gittim. Önümüzdeki kışı geçirecek kadar un, bulgur, makarna, çay, çeker, uyduruk sıvı yağ, zeytin, patates, soğan, tütün... v.b. ihtiyaçları bi güzel aldım. Parasını peşin verince, Xıdo'nun ağzı ta kulaklarına gitti. Dayanamamış olmalı ki, 'bu da benden olsun, çocuklara' deyip, bir kaç paket bisküvi falan koydu aldığım eşyaların üzerine. Sonra, çay söyledi, uzattığı sandalyeye oturup ayak ayak üstüne atarak bi güzel içtim çayı, ne de güzel geldi çayın tadı... O ara malzemeyi, denk gelen bir dolmuşa, traktöre felan yükleyip göndermesini söyledim. Kabul etti, 'hallederim' dedi.

Kelles'in parasıyla kışı atlattık. Tütününe varıncaya kadar her bişeyimiz var. Köy yerinde çay-şeker oldu mu yetiyor o zamanlar. Bende fazlası var. Dahası, tütünü bol bol almışım ki, Rıza'nın hatırına da tüttürdüğüm olmuyor değil, körtükleri dolduran karın üstünde...

Kış geçip gitti. Mayıs'ın ortalarına doğru indim çarşıya. Rıza Ağa ne zamandır beni soruyor, arıyormuş. Gittim, Rıza Ağa'yı buldum aşağı çarşıda, Tanerlilerin kahvesinde. O da beni görünce çok sevinmiş olacak ki yerinden kalkıp geldi. Tam kestiremedim, acep dövecek mi, sevecek mi diye?...

Girdim koluna hemen, yukarı çarşıya doğru götürdüm. Orda tanıdık daha az oluyor. İleride İn'lilerin kahvesi var, oraya gidip oturduk. Oraya varıncaya kadar, kulağımı götürdü Kelles. Dedim, 'sabret, oturunca konuşuruz, millet bize bakıyor, çocuk değilsin, ayıptır Rıza Ağa!... Weyyy!...'

Çayları söyler söylemez, dedim; 'Rıza Ağa, gelin seni bekliyor, hazır; kar da eridi. Ne zaman istersen kısrağına atla gel. Ama, unutma sakın, güneşin batacağı saatlere doğru gel ki, köylüler uyanmasın.'

Nasıl seviniyor, nasıl seviniyor Rıza Ağa, uçacak!...Böyle 15-20 gün sonrasına gün kestik. Planımızı yaptık...Dersin ki büyük bir yük kalktı omuzlarımdan...

Köye varır varmaz, bir koşu gittim gelin adayına! Dedim gözünün yağını yiyeyim, hal-mecal, durum böyle böyle (para kısmını söylemedim tabi), senin de ihtiyacın var paraya. Gel bu işi halledelim, sen de yararlan ben de...

Çocuk, biraz korktu tabi. Korkmakta haklı, Kelles'i tanımadığı için 'deli, meli' sanıyor. Dersim'de deli mi var ki 'deli' olsun!... dedim, ona. Diyor olmaya başıma kötü bişey gelsin?

Dedim meraklanma, Rıza Ağa'ya kefilim, bişey yapmaz yatağa gidinceye kadar. Yatakta da yapacağı yok ya, olsun!...

Ardından ekledim; dedim ki o'na, 'Bak seni bir gelin gibi giydireceğiz, felanca gün felanca saatte hazırlayacağız. Rıza Ağa geldiğinde, köyün altındaki derede, seni, Rıza Ağa'nın arkasına, kısrağa bindireceğiz. Siz en fazla Axweşî'ye kadar birlikte gidersiniz. Ağaçların gölgesine gelince (akşamleyin daha karanlık olduğu için ağaçların gölgesi), attan indiğin gibi kaçar, canını kurtarırsın...'

Tamam mı?

Tamam, abi!... Yarım saat felan dayanmam lazım!.. diye de ekledi.

Dedim, dereye kadar...

Delikanlıdan erken davranıp, elbise ve parayı hallederim, dedim. Altı üstü yarım saatlik iş, çocuk tutturdu yarım yevmiye isterim diye. Vazgeçmesin, iş – plan bozulmasın diye, iyice kızıştırdım, sonra da 'yabancı değilsin, şunun şurasında yüz yüze bakıyoruz, tam bir yevmiye veririm' dedim. Delikanlı, sevinçten sarıldı boynuma.

Başladık beklemeye Rıza Ağa'yı. Nihayet geldi, beklenen gün ve akşamında Rıza Ağa...

Hazırladığımız gelini bindirdik Rıza Ağa'nın arkasına. Rıza Ağa tutturmuş, illa ki önüme bindirin diyor. Çocuk huylandı, kuş gibi titriyor kısrağın üstünde...

Çocuğun kafasını eğdim, kulağına dedim yavaşça; 'Unutma, Axweşî'deki dereye kadar, ordan inip kaçıyorsun, tamam mı?'

Rıza Ağa, daha yanımızda başladı gelinin orasını burasını findiklemeye. O findikledikçe, gelin zıplıyor yerinden. Gelin yerinden zıpladıkça kısrak huylanıyor. Manzara karşısında ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı şaşırmışız. Gülsek bi türlü, üzülsek; içinden hiç çıkılmıyor. Vazgeçsek, para yok Kelles'e ödeyecek!...

Dedim, 'dê haydi Rıza Ağa, oxuro xer, yolunuz açık olsun!...'

Sonra, geline içim yandı; onun için de 'xo wîra meqî qenêrêcîyay, xo wîra meqi!' diye seslendim arkalarından...

Bir kaç gün sonra, çarşıda buldu beni Rıza Ağa. 'Paramı ver' diyor, başka da bişey demiyor.

Bağırıyor, baktım millete rezil edecek beni.

Dedim Rıza Ağa, bak, 'Gelin dedin, sana gelin buldum, ayarladım, sağ – selim getirip kısrağının üstünde arkana bindirdim. Eh sahip çıkmamışsın. Ne yapayım?...' İyice tesirli olsun diye diyeceklerim; 'nê lao,' dedim, ağa – mağa gitti tabi, sesimi bi kademe yükselterek, 'yatağına kadar da getiremem ki, sahip çıkaydın.' Bak, gelin yok ortalıkta, kaybolmuş; sesini kes otur yerine. Annesi – babası yarın, senin peşine düşer. Kim bilir ne ettin geline, Kelles!... Kötü bişey yaptıysan eğer, gider ömrünü hapiste geçirirsin!...

Baktım rengi – mengi gitti, elini sıkıp kalktım yanından...

Bu haber 1179 kere okundu
  • Bu haberi paylaşın:
UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik ve tamamı büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları