Resmi tarihe göre 4 Mayıs 1937’de TBMM’de Bakanlar Kurulu’nda Dersim’e yönelik kapsamlı bir harekat düzenlenmesi kararı alınmış ve bu karar ile Dersim Soykırımı resmi olarak başlatılmıştı. Oysa Dersim 37-38’de yaşananların arka planınına bakıldığında tarih oldukça geriye gidiyor ve görünürden daha büyük bir alt yapısı, yaklaşımı vardır. Bu anlamda 1920’lerin başı çok önemlidir. 1920’lere gelinmesinde ise içtihat-terakki anlayışı ve paşalarının yaklaşımı çok daha önemlidir.
100 yıl önce Koçqiri’de Kürt Aleviler, 106 yıl önce Ermeni ve sonraki yıllarda Rumlar, Süryaniler, Ezidi ve yine Kürt, Alevi vb bir çok kadim, inanç ve kültürleri ile çok acılar yaşadılar.. Emekçiler, kadınlar, öğrenciler, hatta gençler ve çocuklar yine aynı acıları yaşadı..
Harde Dewres (Dervişler Toprağı) coğrafyasında, kuzey batı Dersim’de (Koçqiri) başta olmak üzere Mart 1918-Haziran 1921 tarihleri arasında Sivas’ın Zara, İmranlı, Suşehri, Hafik, Kangal, Gürün ve Erzincan’ın Kuruçay, Kemah, Refahiye ilçesi, Dersim’in (Mameki) bazı ilçe ve köylerinde Kürt, Aleviler üzerinde kapsamlı bir soykırım-katliam politikaları başlatılmıştır.
‘Tek’çilik anlayışı her alanda kendini göstermiş, dayatılmış ve ‘öteki’ hep inkâr edilmiş, yok sayılmıştır.
Bir bütün olarak belgeye ve özel olarak ise -Harde Dewres (Dervişler Toprağı)- Dersim coğrafyasına yönelik asimilasyon politikalarının kökeni Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanmaktadır.
Ancak bu politika “Türk ulusu” yaratma operasyonuna paralel olarak cumhuriyet döneminde de bir yöntem olarak benimsenmiş ve büyük bir ivme kazanarak “Türklüğe ve İslam’a” vurgu hep ön planda olmuştur..
Osmanlı’nın İttihatçı paşalarınca kurulan yeni cumhuriyetin birincil hedefi, bu topraklarda yaşayan farklı etnik kimlikleri bir şekilde Türkleştirmek, farklı inançları inkar etmek yada yok saymak, Müslümanlaştırmak ve bir Türk ulus-devleti inşa etmekti.
Başarılı olmadıkları da söylenemez ancak günümüz dünyasında ise artık ‘tek’çilik pekte sürdürüle bilinir bir politika değildir. Mesela 1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı gerekçede şöyle deniyordu: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.”
M.Kemal Atatürk ise, “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.” diyerek bu görüşü olumluyordu.
Aslında burada ‘Atatürk Vurun dedi, Dersim’i Vurduk’ diyen Celal Bayar her şeyi bu cümlede özetlemiş!
İsmet İnönü ise, (27 Nisan 1925) genç TC’nin bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğini çekinmeksizin dile getirenlerin başını çekerek, “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf [nitelikler] her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” diyordu.
İlerleyen yıllarda ise İnönü’nün ırkçı dili daha sertleşiyor ve “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki birtakım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur” (31 Ağustos 1930) diyerek adeta Dersim’de yaşanacak olanların adeta ip uçlarını, haberini veriyordu…
Yani 1934’te çıkarılan iskân Kanunu ile İsmet Paşa’nın 1935 tarihli “Kürt Raporu” doğrultusunda çıkarılan Tunceli Kanunu’nun, soykırım eksenli bir katliamın açık habercisi olduğu kuşku götürmez bir gerçeklikti.
Oysa daha ‘milli mücadele’ döneminde ve 1920’de oluşturulan Mecliste kendilerine verilen sözlerin tutulmaması üzerine yükselen itirazlar çabucak unutulmuş ve deyim yerindeyse Türklük temelinde bir cumhuriyet oluşturmaya girişen Kemalist rejim, gerek Kuzey bati Dersim (Koçqiri) ve gerekse Harde Dewres-Dersim’de olabilecekleri önlemek, hak taleplerini şiddet yoluyla bastırılmak üzere hedefe koyarak bölgeyi bir ‘Çibanbaşı’ olarak belirlemişti.
Dersim Soykırımı’na giden yolun taşları deyim yerindeyse yine Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhurbaşkanı sıfatıyla imzaladığı (çok gizli) bir “Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname”de gizlidir.
Devletin, bu kararname doğrultusunda hazırlanan “Şark Islahat Planı” ise 24 Eylülde Bakanlar Kuruluna sunularak onaylandı. Bölgenin ve elbette büyük Dersim’in bir daha belini doğrultamaması gayesiyle yürürlüğe koyduğu bu plan, her türlü baskı ve şiddetin yanı sıra, sistemli bir asimilasyonu da öngörüyordu.
27 maddeden oluşan bu planın ilk maddesi, “şark” illerinde yürürlükte olan sıkıyönetimin bu programın uygulanması sona erene kadar devam etmesini öngörüyordu. Ancak ne bu program kısa vadeli bir program olacaktı ne de bölge sıkıyönetim uygulamasından kolayına kurtulabilecekti. Nitekim 1925’ten 2002 yılı sonuna kadar bölgede sıkıyönetim ya da olağanüstü hal uygulaması neredeyse kesintisiz bir şekilde devam etti.
Dersimliler için hakarete dayanan ancak gerçeklikten yoksun ‘siyaseten’ söylenmedik söz-söylem, yaklaşım, hazırlanan ‘bölge raporları’ ve yayın kalmamıştı.
Dersimlilerin cumhuriyeti benimsemedikleri, farklı bir yaşam biçimi (özerk) ile ‘isyancı-eşkiya’ olduğu, ‘Türk ve Müslüman olmadıkları’ gibi bir yaklaşımla kamuoyu nezdinde ‘4 Mayıs Tertelesi’nin alt yapısı hazırlanmaktaydı.
Bütün bu olup-bitenlerin, yaşananların yanı sıra Dersim 37-38’de ve sonrasında olduğu üzere bir bütün olarak esir alınan toplum üzerinde yaratılan ‘Hipnoz’ uygulaması idi.
Soykırım, katliam, ret, inkar, tehcir, göç, mecburi iskan yada asimilasyon yetmiyormuşcasına ek olarak yalan-yanlış propaganda ve karalama ile gerçekleri çarpıtma yoluna giderek toplumu ‘Hipnoz’ etkisi ile adeta uyutma…
Bilindiği üzere hipnoz, Yunanca uyumak anlamına gelmektedir. Fakat hipnoz tam anlamı ile uyku hali değil, uyku ile uyanıklık arasında olup, telkin almayı kolaylaştıran bir ruh halidir.
Genel olarak Türkiye toplumu ve özel olarakta Dersimliler uzun yıllar bu yöntemlerle (Hipnoz dahil) Dersim’de yaşananları belki de bu arka planından yoksun olarak ele aldı ve çok yüzeysel değerlendirdiler.
Bundandır ki 10 yıllarca 37-38’in bahsedildiği, anlatılmaya çalışıldığı mekân ve zamanlarda Dersim’e ‘Tunceli’ denilmiş, hatta en iyimser yaklaşımla ‘isyan ettiler, hak ettiler vb’ söylemler geliştirilerek eşi benzeri görülmemiş bir ‘beyaz katliam’ süreci yaşanmıştır.
Dikkat edilirse günümüzde ise bu söylemden vazgeçmeyen, Dersimlilere ve değerlerine saldıran, hakaret eden ulusalcı, Atatürkçü, milliyetçi vb ‘siyasi parti’ ve başkanları, yöneticileri ne yazık ki bulunmaktadır.
Türkiye’yi kuran, yada Türkiye’yi kuranların kurduğu CHP’nin ise Dersim’de ki rolü, geçmişi ile yüzleşememesi, Dersimlilerden bir ‘özür’ bile dilememiş ol(a)ması ayrı bir tartışmadır.
Fakat mevcut sistemin bir alternatifi olarak allanıp-pullanıp yeniden bir umut(!) gibi lanse edilmeye çalışan Kemalizm yada siyaseti ise maalesef sistemin alternatifi olamayacağı gibi Dersimliler ve Aleviler nezdinde ise desteklenmesi, onanması gereken bir durum hiç değildir.
Bu nokta da çözüm; ötekileştirilen, gerçek sosyal demokratların da içinde yer aldığı haklı ve mazlumların birliği cephesi olan ‘3.yol’dadır…
Diğer yandan Dersim’de her türlü asimilasyon ve baskıların hala devam ede geldiği günümüzde ‘Dersim sanığı’ bu siyasal partinin genel başkanının ise Dersimli olması yine bir başka trajedidir.
Ancak devlette ‘devamlılık esastır’ olgusundan hareketle Ankara siyasetinin de 37-38 ile mutlaka yüzleşmesi gerektiğinin altını çizmek gerekmektedir.
Her şeyden önce;
Dersim isminin iade edilmesi, Dersim halkından özür dilenmesi, Sürgünler, kayıplar ve evlatlık alınan çocukların listesinin açıklanması, Sey Rıza ve yoldaşlarının mezar yerlerinin açıklanmasını, Arşivlerin açılmasını, Dersimli Kimliğine, Dillerine, Kürt Kızılbaş Alevi inancının, (Raa Haq – Reya Heq) özgürlüğüne, Dersimdeki doğayı talan projelerin iptaline ve hiç kuşkusuz da ‘Hipnoz’ siyasetine bir son vermesi kaçınılmazdır.
Diğer yandan sürgünde yaşamak zorunda kalan Dersimli sanatçı, aydın-yazar, siyasetçi, insan hakları aktivistleri vb kutsal topraklarına, Harde Dewres’e geri dönebilmelerinin önü açılmalıdır.
Barajlar ve HES’lerle kutsal mekanların, inanç merkezlerinin kuşatılması, tarikatların görünür derecede faaliyetleri, Munzur’da rant uğruna doğal alanların talan edilerek yok edilmesine son verilmelidir…
Tertele’nin 84. yılında başta Dersimliler ve dostları olmak üzere Dersimli kurum ve kuruluşların, aydınların, sanatçı ve Dersimli siyasetçilerin, insan hakları savunucuların, ekoloji dostlarının, kadınların, sosyalist, demokrat ve ‘İnsanım’ diyenlerin büyük bir sorumluluk içinde ‘4 Mayıs Dersim Tertelesi’nin bir daha yaşanmaması adına çok daha etkin bir şekilde duyarlı olmaları hem elzemdir hem de kaçınılmaz bir görevdir.
Bu sorumlulukla birlikte genel siyasetin ve gelişmelerin dışında kalmadan ancak kendi özgün çalışmalarını da aksatmadan elbette (ülke de ve diaspora da) kurumlar, ortaya çıkış nedenleri, hedefleri, program ve tüzükleri ile kendi aktivitelerine devam edebildiklerinde ve bunu sahaya, Dersim coğrafyasına yansıtabildikleri, dokunabildikleri ölçüde bir karşılığını görebileceklerdir.
‘Dersim Tertelesi’nin 84. yılı vesile ile bir kez daha Halvori kayalıklarında, Mağaralarda, Munzur’da, Kutu Dere’de, Zini Gediği vb mekânlar da katledilerek toprağa kefensiz düşen Dersimlileri unutmadığımızı belirtiyor, Sey Rıza ve yol arkadaşları Uşenê Seydi, Fındık Ağa, Hesene İvrayim, Aliye Mirzê Sili, Hesen Ağa ve Resık Usen’in aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
(*) Cemal Süreya: “Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
04.05.2021 / Dersm Gazetesi