Bugünlerde devlet krizin en yoğun yaşandığı zamanları yaşıyoruz. Tabii ki bu krizin en büyük nedenlerden biri mecliste yer alan AKP, CHP ve MHP partilerin yaşadığı iç çatışmaları yahut krizleridir. AKP’nin iç çatışmasının son kurbanı, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’dan sonra Davutoğlu’nun istifasıydı. AKP iktidar partisi olmasına rağmen halen Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın tekci siyaseti devam etmekte. Bu siyasete karşı iktidar partisi duramadığına göre bu güçünün kalmadığını işaret eder.
Özel harb dairesi dediğimiz gizli örgütün yani “Gladio” Erdoğan’ın güç kaynağıdır ve AKP’yi doğrudan bu özel harp dairesi yönetirken, Erdoğan da dairenin başkanlığını yapıyor. Bahçeli de bu ekipteki figürdür, zira MHP partisinin genel başkanı olmasına rağmen Erdoğan’ın destekcisi olduğunu defalarca ilan etmiştir.
MHP partisinin mualiflerinin olağanüstü kongre taleplerini işitmeyen kalmadı. Bu Bahçeli tabanı tarafından kabul edilmediği gibi Bahçeli ve ekibi ile mualiflerin çatışması MHP’nin parti gücünü krize sokmuştur. Kongrenin hedefi tabii ki Bahçeli’yi tasfiye etmek ve talepleri ret edildiği gibi AKP’nin yargı organının MHP Mualiflerinin mahkeme yolu ile talep ettiği kongrenin ret etmesi pek de süpriz bir karar olmadı. Bahçeli’nin güç kaynağı da bununla bir daha ifşa edilmiş oldu.
Meclisteki 2. büyük parti olan CHP ana mualefet rolünü oynayamadığı gibi medya önünde milletvekillerinin yaptıkları açıklamaları bile birbiriyle çelişiyor. Dokunulmazlığın kaldırılması konusunda CHP’nin siyaseti, yani her kafadan farklı bir sesin çıkması ise tam anlamıyla bir kepazelikti. CHP partisinde yer alan ulusalcı kanat, yani Ergenekoncuların borusunun halen ötmekte olduğu anayasa komisyonundaki oylama ile gözler önündeydi. Erdoğan köşeye sıkıştırıldığında birden ortaya çıkıp imdadına koşarlar. Genelde böylesi durumlarda Deniz Baykal sahnelerde olur. Kılıçdaroğlu ise halen “yetmez ama evet” siyasetini devam ettirdikçe ve bu iki yüzlü tutumdan vazgeçmedikçe AKP/Erdoğan mualifliği yerine destekçisi olmaya devam eder ve iç çatışma daha da büyüyüp, bölmeye götürür. Bu iki yüzlülüğün üstünü kapatmak için birkaç CHP milletvekilinin medya önünde liberal ve halkçı sözler etmesinin kimsenin gözünü boyayamadığını son seçimler göstermişdir.
İşte bu partilerin iç krizleri devleti siyasal bir krize sokmayı da başarmışdır. Erdoğan’ın da tam isteği buydu zaten. Davutoğlu’nu tasfiye ettikten sonra devleti kaos ve krize sokmak ve bu krizi gerekçe ederek erken seçime zorlamaktır. Tabii ki milletvekillerin dokunulmazlığını kaldırma tantanası ve gerginlik yaşatıp HDP’li milletvekillerine saldırmak da bu oyunun bir parçasıdır.
Hele ki, bugünlerde HDP siyasetcileri Barışın “B” sini dediklerinde Doğu Perinçek’çiler gibi yine “Biz Atatürk’ün askerleriyiz” ya da “vatan sahipsiz değildir” nostaljileri ile karşı karşıyayız. Türkiye’yi babanızın malıymış gibi soyup soğana çevirip parsel parsel satıp kendilerine kul hakkı ile birer servet yaptığınızı ve efendiliğinizi kaçak saraylarda ilan ettiğinizi biliyoruz, fakat bilinmesi gerken şudur ki, ezip, zulüm ettiğiniz Türkiye halkı da sahipsiz değildir.
Onlar her daim halkın acılarını sırtında, göğsünde taşıyan, devletten hesap soran, tüm saldırılara, suikast girişimlerinee rağmen geri adım atmayan, mecliste sayıları az olmasına rağmen her salıdırıya misliyle cevap verenlerdir. Bunlar ezilenlerin her daim yanında ve koruyucularıdır.
Son meclis kavgasındaki görünen resim Türkiye’nin kriz nedenini doğrudan tanımlamıştır. Provakasıyonu ve az sayıda olan HDP’li milletvekillerine (50 milletvekillerine yakın) hücüm eden 200’den fazla AKP milletvekili, peşinden ayağa kalkıp AKP’ye “destekci” olan MHP milletvekilleri, etliye sütlüye karışmayan, köşeden izleyen CHP milletvekilleri ve CHP’lilerin içinden kendisini halkçı diye tanımlayanların cep telefonları ile kavgayı videoya kaydedip medya ile paylaşma eylemleri... İşte halkın iradesi tam da böyle savunuluyor ve en önemlisi başkanlık sistemi tartışmasındaki siyasetçilerin yaklaşımı ve tutumu budur.
Türkiye’nin yaşadığı bu kriz ancak demokratikleşme süreci ile giderilebilir. Demokratikleşebilmesi için halkın önünde iki yol var: Barış ya da savaş. Aksi takdirde Türkiye halkını dönüşü olmayan ciddi bir felaket bekliyor. Türkiye halkı mutlaka bu iki yoldan birisini seçmelidir.
Geçtiğimiz günlerde (14 Mayıs 2016) KCK Eşbaşkanı Besê Hozat 3-8 Mayıs günleri arasında 25 üye ile yapılan toplantının kararını aktardı. Açıklamada Türkiye`nin demokratikleştirilmesinin ertelenemez bir gerçek olduğunun tespitine varılmış ve bu nedenle ateşkese, daha doğrusu tek taraflı ateşkese son verilmiştir.Tespitlerinde Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi Suriyede de olduğu gibi IŞİD, El Nusra, Ahrar El Şam gibi çeteleri kullanıp Türk devleti tarafından bastırılmaya çalışmakta ve bu nedenle Kürt halkının diğer siyasi güçleri ile tüm demokratik devrimci güçleriyle birlikte hareket etmesinin önemini vurguladı.
Türk medyası, Besê Hozat’ın ilk açıklamasının (10 Mayıs 2016) müzakere talebi olabileceği yönünde değerlendirmeler yapmıştı, lakin Hozat Türkiye’de müzakerenin olma ihtimallerini ve özellikle Dolmabahçe Mutabakatını ele alıp değerlendirirken, Türkiye’de henüz demokratik bir zihniyetin ve Kürt sorununda çözüm politikasının olmadığını, AKP iktidarının aslında Özgürlük Hareketinin tüm Ortadoğu'da güçlenmesini, dünya halkları ve siyasi güçleri nezdinde büyük bir meşruiyet kazanmasını tehlikeli olarak gördüğünden 2014 sonbaharında Kürt Özgürlük mücadelesine karşı savaş yürütme ve Hareketini tasfiye etme kararı aldığını ve bu nedenle 7 Haziran seçim sonuçları açıklamasının ardından tüm demokrasi ve Kürt düşmanlarıyla ittifak kurup 2014 sonbaharında aldıkları savaş kararını 24 Temmuz 2015’te topyekün saldırıyla pratikleştiridiğini, aktardı.
Mayıs ayı itibari ile gerillanın özyönetim direnişlerini hem kırda, hem şehirde, hem de Türkiye metropollerinde askeri, ekonomik ve siyasetine karşın soykırımcı-darbeci faşistlere yönelerek tarihi bir hamle yürütecektiğini belirtip Türkiye halklarına burada tarihi rolünü de hatırlatmışdır.
Müzakere için hiç bir zemin olmadığından halkın adım atması hayati önem taşımakda. Bu konuda kasabalarda ve mahallelerde özyönetim kararı devam ettirilip güçlendirilmeli ve Türkiye'yi demokratikleştirene kadar kesintisiz sürdürülmelidir.
Bizim için ayrıca tarihi görev niteliğinde olan nokta ise şu: Soykırımcı faşist güçlerin saldırısı karşısında, saldırıları meşrulaştıranlar ve destekleyenler de Kürt toplumu içinde dışlanmalı ve sokakta gezemeyecek bir duruma getirilmelidir. Yaşanan bu ağır saldırılardan sonra halkımızın ve demokratik çevrelerin bu işbirlikçi ve hain güçlere daha açık bir tutum alması gerektiğini de belirtti.
Şu noktayı iyi anlamak gerekir. Kürdistan’da feryat figan sesleri dağı tepeyi inletirken, Türkiye’de ve özellikle metropollerde mezar sessizliği mevcudiyetini korumakta. Ayrıca her zaman var olduğu gibi menfaatçi, çıkarcı şakşakcılar yalakalar bu durumu fırsat görüp AKP’nin köpekliğini yapıp, yerel halka zarar vermekde. Bunları ifşa edip, hesap sormak bu halkın en temel haklarından biridir.
Dağlarda askeri kayıp verilmesi tarihde de, bugün de Türkiye iktidarını hiçbir zaman ne korkutmuş ne de ilgilendirmiştir. Hele ki bu günlerde asker ölümleri ile ilgilenmektense, çalıp çırpdıkları halkın paraları ile şaşalı, gösterişli nişan törenleri ile daha çok ilgilendiler.
Bu nedenle zulüm iktidarını devirmenin tek yolu gerillanın gücü ve savaşı değildir. Tarihte de olduğu gibi devrimler halkın ayağa kalkması ile mümkündür. Ancak devrimin kendisi zaten halkın ayaklanması ve egemenlerin tahtını devirmekdir. Bu nedenle AKP’nin en büyük korkusu halkın ayaklanmasıdır, çünkü halk ayaklanmasının geriye dönüşü ve karşısınnda durabilecek bir güç yoktur.
CHP’nin ulusalcı kanadı var olduğu gibi, bir de „solcu kanadının da“ var olduğunu söylerler, lakin solculuk, halkçı siyasetten bahsetmek ve Kılıçdaroğlu’na methiyeler düzmek ve mecliste kavga çıkarken seyircilerin yanında saf belirlemek değildir. Bu tutumlarına ithafen Hallac-ı Mansur’un asıldığı günde söyledikleri son sözlerini hatırlatmak isterim.
Hallac-ı Mansur idam edileceği gün asılacağı meydana getirilirken kalabalık içinden özellikle düşmanları Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı, bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.”
İşte bizler ezildiğinde seyredenlerden ne dost ne yoldaş olur. Onlar sadece „reytingleri“ arttırmak için varlar ve nasıl ki tarihdede Deniz Gezmiş‘i darağacına götürüp, idam edildiğinde gözlerini yumduysalar, meclisteki haksız saldırıya karşı da kılları kıpırdamadı.
Taş atma demişken aklıma Şeytan taşlama meselesi geldi. Şeytanı taşlama adı altında Medine’de bir taş kütlesine yedi taş atıp Şeytanı taşlayıp kendilerini Hacı ilan edenler. Şeytanı oradaki taş kütlesinde arama, çünkü orada değidir. İki bacaklı, insan sûreti olan ve aramızda bulunup, irademizi teslim almak isteyenlerdir Şeytan. Öyle bahsedildiği gibi kuyruklu, boynuzlu bir canavar da değildir.
İslamiyet’in bu konuda açık bir tarifi var. Buna bakdığımızda, Şeytan kelimesinin tam manasını daha iyi anlarız. Önce İslamiyetin manasına bakmakta yarar var. İslamiyet kelimesinin tam manası barış ve selametdir. İslamiyet’den dem vurup zalimlik yapanlar bunu bilirler mi acep? Ya da bilmelerine rağmen mi itaat etmezler?
Şeytan ise uzaklaştıran ve barış ile selamiyeti engelleyendir. Önemle vurguluyor. Barışı engelleyen Şeytana uyan değil, Kuran-i Kerime göre Şeytanın kendisidir. Kuran-ı Kerimin birçok ayetinde Şeytan tarif edilir. Bazı ayetleri karıştırdığımızda şöyle bir tespiti arz etmek isterim:
Bakara suresi 36. ayete göre Şeytan, düşmanlık aşılayandır.
Bakara suresi 268. ayete göre Şeytan sizi fakirlikle korkutan ve size cimriliği telkin edendir.
Bakara suresi 275. ayete göre Şeytan Riba (faiz) yiyenler, bunu emir edenlerdir, ve “Oysa alışveriş riba gibidir.” diyenlerdir.
Ali İmran suresi 175. ayete göre Şeytan sizi kendi dostlarından korkutup, insanları kendi safında örgütleyendir.
Nisa suresinin 38.ayetine göre Şeytan malı gösteriş için harcar, israfa teşvik edendir.
Maide suresi 91. ayetine göre Şeytan İnsanlığı iyi ve güzel şeyleri üretmekten alıkoyandır.
Elham suresi 43. ayete göre Şeytan kötülükleri iyilik olarak gösteren, algıları değiştirendir.
Lokman suresi 33. ve Fatır suresi 5. ayetlere göre Şeytan insanlığı ALLAH adını kullanarak aldatandır.
Şimdi tekrar soruyorum İslamiyete göre günümüzde Şeytan kimdir? Şeytanı taşlarken, taşı nereye ve kime atmalıyız? Ayetlere göre günümüzde sermaye sistemini getirip, insanları sınıflara ayıran, birbirine düşürenler ve bunu yaparken İslamiyet ve ALLAH adını kullanıp seçimlerde İslamiyet kelimesini zikr edip oy toplayıp, ülkeyi yağmayanlardır. Bunlar insanı kimliğine, inançlarına göre (Kürt, Türk, Alevi, Sunni ve bir çok kimlik ve din grupları) sınıflara ayırıp birbirine düşman edenlerdir. Bunlar ülke içi barışı ve selameti engelleyip ve barış elçiliği yapanların müzakere masalarını devirenlerdir.
Evet Şeytan taşlanmalı. Herkesin mazlumlar, ezilenler ve Şehit edilen bedenler için atacak bir taşı vardır. Meclis anayasa kavgasında Kürtlerin, Alevilerin taşını İdris Baluken ve pet şise fırlatan Osman Baydemir ve vahşice katledilen barış şehidimiz Hrant Dink‘in taşını Ermeni milletvekillimiz Garo Paylon atmışdır. Despotlardan, zalimlerden, Şeytanlardan kurtulmanın tek yolu ve devrimin tek yolu budur.