Toplumsal örgütlenmeleri (Devlet dahil) karakterize eden, toplumsallaşmanın nasıl gerçekleştiğidir. 12. yüzyıl ile 18. yüzyıl arası süreç, Avrupa için toplumsal değişimin ve dönüşümün evrimleşme yıllarıdır.
Üretimle başlayan yeni tarz, kendine göre ‘yeni’ insan, yeni kültür, yeni yaşam alışkanlıkları, yeni toplumsal kurallar ve toplumsal ilişkileri de şekillendirdi.
Bu yeni üretim tarzı üstünde yükselen kültür, felsefe ve yeni yaşam tarzı insanı, kendisine uygun alt ve üst örgütlenme yapıları yaratma arayışına getirdi.
17. yüzyılın sonlarına doğru baş gösteren, tarihe ‘Burjuva Demokratik Devrimleri’’ olarak geçen sosyal ve toplumsal patlamalar, bu toplumsal değişim ve dönüşümün sonucudur.
Aşağıdan yukarıya doğru toplumsal olgunlaşma ve örgütlenme, birey ve toplumda, her yeni aşamanın kültürü, yaşam tarzı, toplumsal ilişkileriyle aşina olma, özümseme ve kazandığı bu yeni kazanımları koruma duygusunu geliştirir.
Yukarıdan müdahale sonucu oluşturulan toplum ve toplumsal örgütlenmeler de ise toplum ile oluşan yapı birbirine yabancı. Verilen devletin ihsanı, geri alınan ise ‘itaatsizliğin’ cezası olarak algılanır. Verilen ihsan görüldüğü için, geri alındığında ‘haksızlık’ sayılmaz (!)
Toplum mühendisliğiyle yaratılan ‘yeni’ toplumsal formların fonksiyonu ve ömrü hakkında en iyi fikir Sovyet deneyinde görüldü.
Kapitalizme göre daha ileri bir toplum formu olan sosyalizmi yukarıdan müdahaleyle topluma kabul ettirmenin, ya da yukarıdan müdahale ile bu formun insanını ve kültürünü oluşturmanın mümkün olmadığını tarihsel gelişim süreci kanıtladı.
Yarı Feodal Rusya İmparatorluğu’ndan sosyalizm inşa etmek, Marks’ın Komunizm hayali kadar ütopikti.
İmparatorluk bünyesinde diğer halklardan bir farklılığa sahip olmayan, hatta beceri ve yetenekleri itibarıyla bazı halklardan daha geri olan Türklerden bir ulus yaratma ütopyası da, Rusya da inşa edilmek istenen ‘’Proletarya diktatörlüğü ütopyasından farklı değildi. Bu ütopya, Türkiye’de yüzyıldan beri yaşanan felaketin başlangıcıydı.
Türk Ulusu yaratmanın ütopya sahipleri, yukarıdan müdahale ile alt yapı, bu alt yapının en önemli malzemesi olan ‘yeni’ insanı, onun kültürünü, tarihini ve hikayesini yaratma mühendisliğine giriştiler. Bu mühendisliğin harcı ırkçılık, asimilasyon, inkar, katliam ve soykırım oldu.
Sovyetler’de yaratılan ‘yeni’ insanın hikayesi, kültürü ve yeni değerleri bir yüzyıl dahi yaşayamadı. Türkiye’de yaratılmak istenen ‘ulusun’ kuruluş macerası hala devam ediyor, ama katliam, soykırım, zulüm, baskı ve imha pahasına.
Türk devletinin oluşum hikayesi oldukça kural dışı. İlle de bir emsal aramak gerekirse, Sovyetler’de kurulan “Proletarya Diktatörlüğü” ile kıyaslanabilir.
Sosyalistler Rusya’da olmayan bir sınıfa devlet kurarken, Kemalistler Türkiye’de olmayan (Ulus olarak) bir ulusa devlet kurdular. İki tarafta da adına devlet kurulan kesim toplumun azınlığını teşkil ediyordu. Bu dengesizliği gidermek için Stalin Sovyetler’de her herkesi ‘sosyalist,’ Kemalistler de Türkiye’de herkesi Türkleştirmeye çalıştı.
Devletler, ortaya çıktıkları toplumun yansımalarıdır. Toplumun ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel ve felsefik gelişim düzeyini yansıtırlar.
Gelişmiş toplumlarda ortaya çıkan devletler, demokrasi, özgürlük, insan hakları, fikir, İnanç özgürlüğü ve farklı kimliklerin varlığına karşı toleranslı ve bu hakların korunması göreviyle mesul sayar kendisini. Bu toplumsal sözleşmenin de (Anayasa) bir gereğidir.
Gelişmişlik düzeyi geri olan toplumların devlet kurumu, toplum ‘elitlerinin’(genellikle asker kökenli) tasarrufu olarak ortaya çıkar. Bundan ötürü de devlet ve toplum için bağlayıcı olan toplumsal bir sözleşme mevcut değildir. Var olan anayasa devletin tek taraflı tasarrufu sonucudur. Bu açıdan her askeri darbe kendi anayasasını düzenler.
Aşağıdan toplumsal devinimle ortaya çıkan devletlerle, yukarıdan müdahale sonucu ortaya çıkan devletleri birbirinden ayıran temel özellik, birinin demokratik kültürün ürünü, diğerinin elit bir grubun diktatörlüğü olması.
Demokrasi kültürünün geliştiği toplumlarda da devletin gerici bir kesimin eline geçmesi mümkündür; fakat bu kalıcı bir durum değildir. Çünkü bu gerici kesimi iktidardan uzaklaştıracak düzeyde demokrasi muhalefeti, kültür ve toplumsal hassasiyet vardır.
Demokrasi kültürünün gelişmediği toplumlarda, devlet hep gerici bir azınlığın elindedir. Devletin içinde ve onun eliyle oluşturulan toplumda demokrasiyi koruma hassasiyeti yoktur. Bu durum kalıcıdır ve bu tip devletlerin kendiliğinden demokratikleşmesi ise mümkün değildir.
Başa dönersek: Türkiye’de ters giden şeylerin sorumlusu olarak sadece iktidarı elinde tutan parti, ya da partileri göstermek doğru ama yetersiz bir tarif.
Demokrat, aydın, gazeteci, entelektüel, sosyalist, liberallerden oluşan, gidişata muhalif bütün çevrelerin eleştiri okları, hep o anda iktidarı elinde tutan parti veya partileri hedefler. Oysa partilerin ve iktidarı elinde tutanların fani, kalıcı ve tayin edici olanın devlet olduğunu, Türkiye’nin darbeler tarihinden biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında bu eksik sorgulama sorunun kaynağını koruyor.
Aydın, entelektüel, akademisyen, demokrat, liberal…
Bu gidişattan rahatsız olan bütün muhalif çevrelere naçizane bir öneri: Bütün bu haklı eleştirilerin merkezine devletin sorgulanması konmadığı zaman kötü gidişatı durdurmak mümkün değildir.
Devletin ortaya çıkış tarzı sorgulanıp toplumsal hafıza haline getirilmediği sürece hiçbir sorunun çözülemeyeceğinden hareketle:
Türkiye ulusu değil de, Türk ulusu saplantısının Türkiye’nin bölünmesinin önüne geçemeyeceğini,
Türkiye’nin sadece Türklerin değil, Türkiye’de yaşayan herkesin ülkesi olduğu; Türklerin de Türkiye’de yaşayan halk gruplarından biri olduğu topluma kavratılmadan,
İslam’ın dışındaki İnançlarında İslam kadar kutsal ve dokunulmaz olduğu dile toplumsal hoşgörü gelişmeden,
Devletin Irkçı, tekçi ve diğer halkların düşmanı bir paradigmayla kurulduğu gerçeği ifşa edilmeden aydınlığa çıkışın yolu hep kapalı kalacaktır.
Aydınların gecikmiş tarihi görevi, bu yalın gerçekleri topluma taşıyıp, kutsallık düzeyine yükseltilen devletin gerçek yüzünü teşhir etmektir.
Peki bu yapılmazsa ne olur? Bu yapılamazsa, bu sorgulama süreci başlatılmazsa, felaketler serisi devam edecek, bu felaketler serisi Kürtleri, kendisini Türk ve İslam görmeyenleri yok ederek sonunda sonunda ülkeyi darmadağın ederek, yarattığı yapay ‘Türklüğü de’ yok edecektir.
Dün, bugün, yarın yaşanan ve yaşanacak toplumsal felaketlerin sebebi devletin kuruluş felsefesinde yatıyor. Bunu sorgulamanın zamanı çoktan geçti.
“Zararın neresinde dönülürse kardır’’ hesabıyla, aydın, demokrat, liberal, ülkeye ve topluma karşı sorumluluk duygusuna sahip her birey bu tarihi sorumluluğun gereğini yerine getirmek için harekete geçmelidir.