Darbe söylentileri, camilerde korsan şarkı çalınması, durup dururken caddelerde toplu namaz kılınması ve memleketin birinci derdiymiş gibi gündeme taşınması ve bunları takip edecek benzer olası provakatif eylem biçimleri…
Memleket bir bedenin uzuvları. Başı binlerce kez vurulmuş, gövdesi parçalanıp coğrafyaya serpilmiş. Yine de diz çökmeden yürüyen, yürüyenleri adım adım ileri taşıyan ayakları, o ayaklarda yorgun ve yıpranmışlıklarını asla gizlemeyen ayakkabılar...
Eğer yeni alınmışlarsa eve girerken içeri aldığımız, bizi taşıya taşıya yıpranmışlarsa tıpkı düşüncelerimiz gibi dışarıda bıraktığımız ayakkabılarımız...
Darbelerin ayak sesleriyle eşitlediğimiz, her askere gidenin nasırı ile anısında taşıdığı, adı potin olan darbelerde caddelerde yankılanan askerlerin ayakkabıları…
Yatılı okullarda ortaya çuvalla dökülen, ayağımıza göre tekini bulup diğer teki için ter döktüğümüz, yazın yakan kışın donduran Sümerbank ayakkabılarımız...
Mevki ve mıntıka sahibi olunca boyaya ihtiyaç duymayan, işi bittiğinde tekrar kutusuna koyarak sakladığımız parlak rugan ayakkabılarımız…
Çarıktan sonra hayatımıza girmiş kara Ankara lastiği ve Ankara lastiğinden bir gömlek yukarıda olan kırmızı astarıyla giyenin çoraplarında mutlaka iz bırakan cızlavet ayakkabılarımız…
Yeniyken özenle giydiğimiz, eskidikçe itibarı kalmayan, altında mutlaka bir numarası olan, bastığımız yere ağırlığımız oranında iz bırakan ayakkabılarımız…
Yaşar Kemal'in romanında Topal Ali'nin izlerini okuyarak takip ettiği İnce Memed’in ayakkabıları… Van Gogh'un Paris'in bit pazarlarından satın aldığı yaşanmışlıkları onur gibi tablolara taşıdığı, tablolardan da müzelere taşınan emekçi ayakkabılarımız…
Naylona laylon dediğimiz çocukluğumuzun tamir görmüş naylon ayakkabıları…
Dibi bardak gibi kalın gözlükleriyle alt komşunun balkonunda gördüğü lastik ayakkabıları çalınan ayakkabısı sanarak, Kürtçe küfürler eşliğinde alt kat balkonuna inmeye çalışırken balkon korkuluğuna takılıp düşmekten kurtulan, yoldan geçen kamyon şoförü tarafından kurtarılan nenem, nenemin kıymetli naylon ayakkabıları…
Gençliğimizin parka potin döneminde her birimizin bir biçimde edindiği boğazlı, uzun bağcıklı, giydikçe ayağımızın biçimini alan, çıkarıldığında ayak kokusundan yanında durulmayan, polislerin bizi takibe almalarına neden olan, sorguya düştüğümüzde bağcıkları alınan, bizim gibi suçlu muamelesi gören bağcıksız potin ayakkabılarımız…
80’de şehirler bize dar edildiğinde ‘Ver elini kırlar' demiştik. Soğukta biraz ısınmak için yaktığımız ateşin üstünde ayaklarımı ısıtsın diye tuttuğum kauçuk tabanlı botlarımın yürümekle donup ayağıma yapıştığını köye varınca anlamıştım. Köylüler sobanın üstünde erittikleri kara sakız ve tuz karışımını donan ayak parmaklarıma sürerek kurtarmışlardı. Sonraki yolu bir ayağımda kauçuk tabanlı botum, diğer ayağımda da köylülerin ahırdan alıp verdikleri 45 numara kara Ankara lastiği ile yola devam ettiğim tekeş ayakkabılarım…
Bodrum'da demircilik yaptığım zamanlarda, telefonla aradığım annemin 'Keşke vurulmadan önce tanışsaydım onunla' dediği, benim 'İnsan içinden de tutuşur, ağlamak dumandır'* diye yazdığım, vurulup yüzükoyun düşen Hrant'ın asla unutulmayacak altı delik ayakkabıları…
Ermenek'te 'Oğlum yüzme bilimiyor' diyen gözü yaşlı annenin yanında yırtık Ankara lastiği ayakkabısıyla çaresizce duran babanın yeryüzüne temas ettiği ayakkabıları. Kırk bin kere yıkansa da 'Cumhuriyet'in üstünden lekesi asla çıkmayacak ah gibi kalan ayakkabılar...
Soma madeninde ölümden kıl payı kurtulmuş madencinin sedye kirlenmesin diye ayakkabılarını çıkarmak istemesi nezaketine karşılık, zulmün simgesi haline gelen madenci yakınlarını tekmeleyen korumaların akıldan asla çıkmayacak ayakkabıları…
…
* Ateşe Konuş Küle Ağla kitabımdan
** Van Gogh'un ayakkabı tablosunu bana yollayan ve bu yazıyı yazmama neden olan Özgün Enver Bulut’a teşekkürler.