Çok sonra duyduk, deprem anında ve deprem sonrasında kaçarsınız diye havalandırmaya bile çıkarılmamış, sıvası çatlamış hücre ve koğuşlarda tutulmuşsunuz.
Bu yazı dış cezaevinden iç cezaevine yazdığım varacağı yerde ‘görülmüştür’ mührü vurulacak bir mektuptur. Elazığ’dan Malatya’ya giderken 12 Eylül öncesi yüzlerce insanın sorgulandığı 1800 Evler işkencehanesini geçince yolun solunda kalan cezaevinde yatan Ergin Doğru’ya ve onun şahsında tüm cezaevlerinde yatanlara yazılmış bir mektuptur. Belki bir iç dökme, yüksek duvarlara tırmanarak ‘Orada kimse var mı?’ diye avazım çıktığı kadar bağırmadır...
Sevgili Ergin,*
Her insan gibi ben de Elâzığ Sivrice’de meydana gelen depremi duyar duymaz o an hemen telefona sarıldım. Defalarca aramama rağmen birine ulaşmamla telefonun kesilmesi bir oldu. Ulaştığım arkadaşımızı yaşıyor hanesine yazdım, geri kalanların hepsi ölümle yaşam arasındaki o uzun ama uzun olduğu kadara karanlık koridorda koşuyorlardı bana göre. Elâzığ çocukluğumun, gençliğimin, devrimciliğimin şehriydi. Çoğu tanıdığım zamanla başka şehir ve ülkelere göç etmiş olsa da haber almadan duramazdım. İkinci, üçüncü günlerde çoğuna ulaşarak derin bir nefes almıştım. Ama iç sesimle hala avazım çıktığı kadar ‘Orada kimse var mı?’ diyordum. Sen, siz ses vermiyordunuz rejimin yıkıntıları olan cezaevlerinden. Bütün haberler iktidar suyuna batırılarak verilse de sizlerden bahseden yok. Koca depremi nasıl atlattınız, ölü ve yaralınız var mı Ergin?
Çok sonra duyduk, deprem anında ve deprem sonrasında kaçarsınız diye havalandırmaya bile çıkarılmamış, sıvası çatlamış hücre ve koğuşlarda tutulmuşsunuz. Devletin bekası için hayatınız haberlere bile çıkarılmadı. Duvarların içinde yaşayanların 300 bine vardığı ülkede siz içeridekiler dışarıdan, dışarıdakiler sizden haber almadan geçirdik bu zamanı. Anne, baba, kardeş ve çocukları bu sayıya dahil edince alıp tedirginliğini gidiyor bir kulağı haberlerde olanları. Her birimiz dış ceza ülkesinden iç cezaevlerinin kapısına kadar gelmiş gibi bağırdık: ‘Orada kimse var mı?’ sesimiz iç duvarlarımızda yankılanarak sıva çatlağı gibi döküldü.
Sevgili Ergin,
Epey sonra bir arkadaşımızın görüşüne gelmesi sayesinde paylaştığı bir fotoğrafla senden haber aldık. Anlaşılan zaman da boş durmuyor cezaevleri gibi. Beyazlamış saç ve sakalınla seni hemen teşhis ettik. Haberin olmadan evimize kadar geldin, ‘Hoş geldin’ dedik içimizden sana, senin gibi yıllardır içeride yaşayanlara tek tek hoş geldin dedik. Oturduğumuz yerden sevgi ve özlemle kalktık ayağa, masadan sandalye çekerek sana yer gösterdik. Garsona seslenerek ‘Demlisinden bir çay’ dedik hep bir ağızdan. Çaylar gelip boşlar gittikçe sen kalktın Selahattin geldi masaya. Bir acayip şey oldu senden haber alınca. İçeride yatanlardan masamızı ziyaret etmeyen kalmadı. Ne çay tükendi, ne garson yoruldu, ne de biz yorulduk hâl hatır sormaktan. Kimi ararsan vardı o masada, bir an olsun ‘Orada kimse var mı?’ demedik.
Sevgili Ergin,
Ben sana bu mektubu yazarken, sen adının geçtiği yerlere aklına ilk gelen davası hala süren bir tutuklu ya da gününü doldurmaya çalışan hükümlüye yazdığım bir mektubu okur gibi oku. Yok birinizin diğerinden bir farkı.
Dışarısını ne sen merak et, ne de ben yazayım sana. Dışarıda bir kötülüğü bir diğer kötülükle kapatıyorlar, binlerce kapıyı üst üste kilitlemek gibi. Bir kapının ardında kilitli iki kapı, kilitli iki kapı arkasında dört kapı, dört kapı ardında sekiz kilitli kapı var. Bu her birimizin hayatındaki kilitli kapının olduğu yere kadar gidiyor. Abarttığımı sanma sakın, bir ülkede bir insan dahi düşüncelerinden dolayı tutsak edilmişse eğer dışarıda kalanların hiçbiri barışık değildir, özgür değildir. Çünkü özgürlük etrafımıza çekilmiş duvarların varlığı ve yokluğuyla açıklanamaz. Bırak biz gibi yaşını başını alıp kederini sırtlayıp yürüyenleri, büyük şair Ritsos’un da dediği gibi ‘Çocuğun gördüğü düştür barış.’ Uzun söze gerek yok. Barışın olmadığı yerde kimsenin özgür olmayacağını sen ve senin gibi içeride yatanlar bilirler. Duyuyor musun beni, ‘Orada kimse var mı?’
Sevgili arkadaşım Ergin,
Bir depremle gördük ki, deprem mağdurlarından çok devletin yardıma ihtiyacı varmış. Resmi dairelerde üstüne kırmızı yazıyla ‘Yangından ilk kurtarılacak’ yazan dolaplar görmüşsündür, tıpkı o dolaplara yazıldığı gibi. Deprem bölgelerinde yıkıntılar altında kalanlar değil, ilk elden ‘devletin kurtarılmaya’ ihtiyacı varmış, bunu bir kere daha yaşayarak gördük. Devlet erkanının olay yeri incelemesine gelirken yaptığı masrafları gördük, toplanan bağışların deprem mağdurlarına değil de yandaş vakıflara gittiğini gördük. Gerçeğin eninde sonunda su yüzüne çıkmak gibi bir kötü huyu var derler ya işte öyle. Gerçek bu sefer de köre sağıra yatmadı çok erken vurdu kendini insan duvarına. Boşaltarak insansızlaştırdıkları kırsal kesim dedikleri köylere uğrayan bile yok. Oyun, kameralar önünde oynanıp bitirilmeye çalışılsa da göçük altındaki bir kadına Türkçe ulaşamayınca, Kürtçe ulaşmak zorunda kaldılar. Yok sayılan bir dil yıkıntılar altında olsa da ‘Orada kimse var mı?’ sorusuna ‘Ez li vir im’** dedi. Umutsuz değilim Ergin, bütün yasaklara ve yok saymalara rağmen dilimiz kendini her olayda yeniden var edecek. Çünkü sadece dünyanın değil kâinatın canlısıdır diller.
Sevgili Ergin
Gülistan’dan da haber vereyim. Kameraların evlerin içine kadar girdiği Dersim’de Gülistan Doku hala bulunamadı. Her zaman olduğu gibi katil ve katiller korunarak ölümün bir gün gelip orada yaşayan herkesi bir biçimde bulacağı tehdidi canlı tutuluyor memleketimizde. İşgalci eşkâllerini kameraların gerisine saklayanlar isteselerdi anında bulurlardı Gülistan Doku’yu. Bıkmadan usanmadan her gün Gülistan Doku’yu sormak, yetkilileri canından bezdirerek olayı aydınlatmalarını sağlamak dışında bir seçeneğimiz yok ne yazık ki.
Dağa, taşa, nehirlere, baraj göllerine bağırıyoruz: ‘Gülistan Doku nerede?’ Çıt yok...
Biliyorsun zaten yandaş medyadan da olsa izliyorsundur, Suriye’de uğradıkları hayal kırıklığı ve hüsranlarını Libya’ya selefi savaşçılarla çıkarma yaparak ‘barış’ istemekle perdelemeye çalışıyorlar. Kanal İstanbul meselesi ölüsünü bekleyen boş bir mezar gibi duruyor öylece.
Yıldızlara kadar çıkarak değil, oradan dünyanın atmosferine kadar inerek de değil, bir depremin yıkıntı ve moloza dönüştürdüğü ülkenin dış cezaevinden iç cezaevine sesimin en gür haliyle bağırarak soruyorum: Yoksulluk ve ölümün kol gezdiği bu ülkede direnenlerin yardımına koşan var mı?...
Biz dışarıda hatıralarınıza kendimizce iyi bakıyoruz sen de/siz de orada kendinize iyi bakın sevgili Ergin.
*Ergin Doğru: 2013-2015 yılları arasında DBP Tunceli İl Başkanlığı yaptığı süredeki faaliyetleri ‘terör örgütü üyesi olmak’ olarak değerlendirilip Elâzığ Yüksek Güvenlikli Cezaevine kondu. Yargılaması sonucunda toplam 11 yıl 10 ay cezaya çaptırıldı. Davası şu an istinaf mahkemesindedir.
**’Ben buradayım’