Bütün bir toplum hep beraber alıştırıldık bu ölümlere.


Öğrencilerini mezun etmiş, emekli olmuş, çocuklarını okutup iş-güç sahibi yapmış, borçlarını ödeyip bitirmiş bir öğretmen hayat yorgunluğunu üstünden atar gibi yaz tatilinde gönül rahatlığıyla ölmek isteyebilir. Oğlunu, kızını mezun etmekle kalmamış, onu sevdiği ile evlendirmiş bir anne dünya işlerini tamamladığını düşünüp ölüme razı olabilir. Devrimini yapan bir gerilla kutlamalardan sonra üstüne düşeni yapmış olmanın haklı gurur ve onuruyla, trafik kazasında ölmeden, sıradan bir biçimde ölmeyi isteyebilir. Bunlar dünya normali…

Emdiğimiz sütü burnumuzdan getiren hayatın bir yerinde gözümüz arkada kalmadan ölüme razı olabiliriz. Yaşlanmış anne ve babalarımızın ele ayağa düşmeden, kimseye yük olmadan böyle göçüp gitme isteğini duymuşuzdur her birimiz. Bu istençte o güne kadar üstüne düşeni yapmış olmanın gönül rahatlığı da vardır. Öylesi anlarda onların ellerini sıkıca tutmuş, dudaklarımıza götürerek öpmüş, içimiz yana yana ‘Öyle düşünme’ demişizdir çoğumuz…

Gül olsalardı bir dahaki mevsime açarlar diye kaygı etmez, mevsim döngüsü derdik. Baharda o gülün dibini çapalar, dallarını budardık bir daha açmaları için. Öyle değil ölmeye razı olmak. Bir bedene alışmanın acısı diyenler de çıkacak içinizden elbet. Başka bir ölümden bahsediyorum…

İnsanın yaşadığı yere göre de değişiyor ölüm. Ölüm kimi yerlerde ömrünün son saniyesine kadar torbasını hayatla doldurmuş insanları gelir bulur. Kimi yerlerde yeniden hayata doğmanın uğrağı sayılır ölüm. Yaşayan ölülerin olduğu ülkeler de vardır dünyanın bir diğer ucunda. Bunların hepsi dünyanın normal hali sayılıyor artık. Hayrete düşürmüyor çok kimseyi, alıştık, alıştırıldık. Benim üstünde durduğum başka bir ölüm…

Ülkemizde ya da dünyanın haksızlığa uğramış ülkelerinde bir amaca hayatını ayıranları çokça bulan, bir salgın gibi yoksullara musallat olan ölümlerin yabancısı da değilsiniz. Yabancısı değiliz bu türden ölümlerin, ya evimize ya da komşunuzun evine hiç sönmeyecek bir ateş gibi düşmüştür. Bu ölümler arayıp da bulduğumuz değil, gelip de bizi bulan ölümlerdir. Gözleri görmeyenlerin bile parmak uçlarıyla gördüğü acılardan yapılmıştır. Hangi ömrün kapısına bırakılsa ot bitmez, kuş uçmaz kervan geçmez bir yalnızlık olur. Güneş bir daha doğmaz bu acıyı yaşayanın üstüne. Kendi kendini yer o ana, o baba ve o kardeş…

Arayıp da bulunulmayan ölüler vardır. Bu ülkede yabancı olmadığımız, 90’lı yıllarda başlayıp hala devam eden gözaltında kayıp edilmişlerin ölümleri. O kayıp yakınlarının onları bulmak için her gün ölüp ölüp dirildiği ölümler. Emine Ocak gibi, Berfo Ana gibi ana ve babaların her hafta devlete hatırlattıkları yüzlerce ölüm... Devlet değil onlara kayıplarını teslim etmek, her Cumartesi günü toplandıkları Galatasaray Meydanını bile bir evlat, bir kardeş, bir koca gibi aldı onlardan...

'Oğlumun, kızımın bir mezarı olsun, bir gün ömrüm olmasın' diyenlerin olduğu ülkemizde muradı gözünde kalarak göçüp giden anneler, baba ve evlatlar var. Yaşamanın onlara zehir edilmesi yetmiyormuş gibi, gönül rahatlığıyla ölmekte onlara çok görüldü. Gökte dolaşan her bulut o anne ve babaların gözleri dolu dolu dolaşmasıdır. Pencerenin pervazına konmuş her kuşun cıvıltısı içeri girmek isteyen bir evlat seslenişidir. Derin göller o kayıpları göğsünde dinlendirir. Bir gün ya kendileri ya da bir haberleri gelir diye kapılar onlar için bir yara gibi açık bırakılır. Odaların boşluğunda dolaşan inilti sesleri onların sesidir. Geldiklerinde evlerini tanısınlar diye evin dış duvarları yıllarca boyanmaz...

Ölüm ucuzdur ülkemizde, sudan da ucuz. Cebimizde kuruş paramız olmasa da bir bombalamayla, bir depremle, bir gösteride, bir trafik kazasında, sokaktan geçerken düşen bir tuğlayla gelip bulur bizi. Ve her durumda öldürenler değil, öldürülen suçlu ilan edilir. Bütün bir toplum hep beraber alıştırıldık bu ölümlere. Bir sonraki haber bülteninde yeni ölümleri duymayacak kadar duyarsız kılındık. Üstümüze devlet tarafında ölü toprağı serpildi sanki…

Bir de, el yordamıyla aranıp bulunan siyanürlü ölümler gelip oturdu son günlerimize. İnsanların elinden yaşamak için tüm gerekçelerinin alındığı, ölüm dışında başka seçenek bırakılmayan insanlar. Eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini devlet dahil, dost ve akrabaya bırakmadan siyanürlü toplu ölümler. Bu toplu intiharlar sisteme yönelik en büyük eylemler olsa da değip yaralamadığı kimseyi bırakmadı. Her intihar haberini duyduğumuzda olduğumuz yerde içimize çöktük. İnsanlığımızdan asla kapanmayacak yaralar aldık...

Sustuk uzun uzun uzun. Gözlerimiz tuzlu gözyaşıyla yıkadı yanaklarımızı. Ayaklarımız bizi hiçbir yere götüremedi. Kollarımıza, avuçlarımıza yeni ölümler birikti. Ölümün tek kurtuluş olduğuna bizi inandıran ve çaresiz bırakan bu hayat talanına bin kere lanet olsun…