Türkiye’nin demokrasi ile, Demokrasinin de Türkiye ile bir sorunu var. Yüz yıl gibi uzun tarihi bir süreç boyunca ‘’Demokrasi’’ söylemini dilinde düşürmeyen, fakat pratikte faşist diktatörlükle idare edilen bir ülke gerçeği var.
Öte yandan yüzyıl boyunca toplumu cenderesine alan faşist diktatörlüğü ‘’zayıf’’ ‘’Demokrasi olarak gören Aydın, Demokrat, Sosyal demokrat, Liberallerden oluşan geniş bir ‘Elit’ kesim var.
Üçüncü ana akım olarak da, bu ‘’Elitleri’’ ve sistemi takip eden toplumun yüzde sekseni var.
Türkiye’nin Demokrasi, Demokrasinin Türkiye ile sorunlu olmasının mutlaka tarihsel ve toplumsal sebepleri vardır. Fakat bundan önce, bu tarihsel ve toplumsal sebeplerle yüzleşemeyen bir Toplum, hem de Aydını, Demokratı, Sosyal demokratı ve Liberalleri ile birlikte, var. Bu yüzleşme gerçekleşmediği sürece Türkiye’nin demokrasi ve demokrasinin Türkiye uyuşmazlığı devam edecektir.
Bütün toplumsal değişimlerin motoru toplumun kendisidir. Şayet toplum tarihsel geçmişi hakkında geniş bir hafızaya sahip ise, toplumsal yaşam serüveni içinde yaşadıklarının tecrübelerini sentezleyerek emin bir gelecek için toplumsal organizasyonları(buna devlette dahil) yaratır.
Toplum ne kadar değişmenin motoru ise, toplumun Sol Sosyalist, Aydın, Demokrat, Sosyal Demokrat ve Liberalleri de gelişmelere yön veren, toplumsal mücadelenin hedef ve amaçlarını düzenleyenleridir.
Türkiye’de toplumsal mutabakata dayalı demokratik bir sözleşmenin bir türlü gerçekleşmeme sebebi, Türkiye demokrasi arabasının hem motorunun zayıflığı, hem de şoförünün acemiliğinden kaynaklanıyor.
Demokrasi arabasının şoförü olan Aydın, Demokrat, Sosyal demokrat ve Liberallerin ezici çoğunluğu devletin bekasını koruma, ‘Marksistler,’ Sol sosyalistler, Devrimciler ise devleti yıkıp, yerine kendilerinin yöneticisi olacağı devleti kurma siyasetine endekslenmişler.
Toplumun kolektif hafızası toplumun gelecek planlarının pusulası gibidir. Türkiye toplumunun belleği tarihsel derinlikten kopuk günü birlik, anlık bir bellektir.
Tarihinin kirli sayfaları olan katliam, soykırım, işkal ve talan dahi toplumsal övünç kaynağı haline getirilmiş. Türkiye Aydının ezici çoğunluğu da aynı hafıza sisteminin esiri. Unutulmaması gereken, Türkiye’de bir değişiklik yapabilmenin yolunun, topluma dayatılan bu sahte hafızaya müdahaleden geçtiği.
Toplumunun geleceğe ait büyük beklentileri var. Fakat bu beklentiler sahte geçmiş hafıza üzerinden kurgulanıyor. Bu açıdan toplumun ‘hayal’ ve ‘Vizyonlarından’ hiç birinin gerçekleşme şansı yok.
Tarihten gelen çözülmemiş sorunların, Türk toplumu tarafından bugün ortaya çıkmış gibi algılaması, bu hafızanın ürünü. Elbette devlet bu yapay hafızayı sonuna kadar kullanıyor.
Toplumun Ermeni soykırımı, Kürt sorunu, laiklik, İslam gibi temel sorunlar karşısında takındığı tavrı, devletin topluma empoze ettiği bu sahte hafızanın ürünü olarak görmek gerekiyor.
Toplumu devletin bir nevi gönüllü celladı haline getiren politikaların boşa çıkarılması,
toplumu kendi yaşadığı tarihin gerçek hafızasıyla yüzleştirme görevi solcuların, sosyalistlerin ve demokratların görevidir. Fakat onlar bu görevlerini yapamadı, yapamıyor.
Türkiye solu, sosyalistleri, sosyal demokratları, yaşadıkları ülkede bir Türk sorunu olduğu gerçeğini kavrayamadılar, tersine, Devlet gibi Türkiye’de yaşayan halkların sorunlu olduğu mantığından hareket ettiler.
Yukardaki mantığın bir sonucu olarak, Solcular, sosyalistler, Demokratlar, Sosyal demokratlar, Liberallerin toplum için ortaya koydukları doktrinlerinler, ya Avrupa burjuva demokrasisi, yada Sovyet sosyalizmi doktrinlerini taklit etmek şeklinde oldu.
Bundan ötürü de, ismi ne olursa olsun, muhalif olan kesimlerin topluma sundukları argümanlar etkili olamadı.
Türkiye solu aklının takılı kaldığı tek nokta sosyalist Devrim yapıp, sosyalist devleti kurmak oldu.
Kapitalizme karşıyız ‘’sosyalizm istiyoruz,’’ devrimciyiz deyip devleti ele geçirirlerse bütün işlerin çözüleceğini sandılar.
Fikir fukaralığının sefilliği sonucu, Devrim yada demokrasiye ilişkin ortaya çıkan her yeni çıkış teorisi, muhalifler arasında bitmeyen çekişme ve bölünme nedeni oldu.
“Eleştirel Marksistler” ‘’ihanetçi’’ ilan edildi ve hala ediliyorlar.
Oysa ‘’Eleştirel Marksizm’’ 1940’larda başlayan ve Frankfurt Okulu adıyla ünlenen bir akımdır.
Ortadoğu genel, Türkiye sol sosyalistleri özel olarak sosyalizmi, komünizmi bir ‘İnanç’ meselesi haline getirdiler. Eğer sosyalizm bu yolla gelseydi, bütün Ortadoğu’nun çoktan sosyalist olması gerekiyordu, çünkü Ortadoğulu inandı mı, çok fanatik olur.
Marksistlerde dahil, demokrasinin bütün bileşenlerinin tarihi görevi, demokrasi mücadelesi için, toplumun bütün kesimlerinin üzerinde anlaşabilecekleri bir sözleşme, manifesto hazırlamaktı; bu görev hala aktuel.
Demokratik bir sistem yaratıldıktan sonra toplumu meydana getiren her katman, tabaka, sınıf kendi ideali doğrultusunda çaba sarf ederek hayalini kurduğu toplum formu mücadelesini devam ettirebilir. Böyle bir toplumsal klima hem toleransı, hem de her kesime kendisini gözden geçirme, kendisini yeniden üretme olanağı da sunar.
Marksizmi her toplumsal sorunun çözüm anahtarı olarak kullanabilmek için, ancak her toplumsal olayın tarihsel gelişimini iyi analiz etmekle mümkündür.
Mesela nasıl ki Sosyalizmin ve komünizmin geleceğini, proletaryanın sınıf misyonuna bağlı görmek yanlışsa, yine bu sınıfın bugün bu misyona sahip çıkmadığını ileri sürerek sosyalizm bitmiştir demekte o kadar yanlıştır.
Türkiye solu Marks ve Engels’in görüşlerinin bugün de geçerli olup olmadığına bağlı olarak sosyalizmi tartışıyor. Marksizm’e yada sosyalizme böyle yaklaşmak yanlış olduğu kadar tarihsel materyalist metodolojiye de aykırı.
Sosyalizm düşüncesi ilkin ütopyacı sosyalistler tarafından dile getirilmişti. Kapitalizmin ilk eleştirisini yapanlar da onlardı. Sınıfların varlığı, sınıf mücadelesi de Marks’ın keşfettiği bir şey değildir. Marks bütün bu kapitalizm eleştirmenlerinin fikirsel ve pratik mirasını kendi düşüncesine katıp kapitalizmin bilimsel, yani toplumbilim temelinde karakterini, eğilim anlamında yasallıklarını ortaya koymuştur.
Günümüz Marksistleri için kavranması gereken, aynı zamanda Marks’ın dehasını da ortaya koyan, onun “Yabancılaşma” teorisidir. Bu teori kavrandığı zaman, gelişmiş ülkelerde kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi, geri kalmış, yer yer arkaik toplum
statüsünde olan coğrafyalarda da Demokrasi ve giderek sosyalizm mücadelesi vermek ve mücadele araçlarını doğru seçmek imkanı yaratılmış olacaktır.
Dünyanın ekolojik felaketlere gebe olduğuna sokaktaki sıradan insan dahi farkında. Fakat buna rağmen işçisinden burjuvazisine kadar toplumun her kesimi bu felakete birlikte ilerliyor.
Dolayısıyla kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliğe bakarak sosyalizmin, diktatörlüklerin hüküm sürdüğü zulüm coğrafyasına bakarak demokrasinin mutlaka geleceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır.
Sosyalizm gelmeyebilir, ama felaketlerin peş peşe gelmesi daha mümkün görünüyor. Demokrasi gelmeyebilir, fakat zulüm ve baskının katlanarak devam edeceği, bugüne kadar yaşanmış ve yaşanmakta olan hadiselerde görüyoruz.
Sorunu tekrar özgülüne indirirsek, eğer bir ülkede cezaevlerinin sayısı o ülkenin eğitim, sağlık v.b. kurumlarının sayısını geride bırakmışsa, o zaman bu durumu, toplumun çok ilerisinde olan sosyalizm için mücadele değil, ama demokrasi mücadelesini vermenin ne kadar acil olduğunun haber veren felaket çanları olarak kabul etmek gerekir.
CHP’nin HDP ile ilişkisinde Kürt fobisini, Solun Demokrasi cephesi için sınıf ideolojisini esas alması bir sonuca götürmez.
HDP, CHP yakınlaşması, solun ideolojik değil toplumsal ihtiyaçlardan hareketle demokrasi cephesi yaklaşımları(sıkıntılarına rağmen), demokrasiden yana olan bütün ara güçleri, barış ve demokrasi ittifakında buluşmalarını teşvik eder.
Unutmamak gerekir ki Türkiye toplumunun bütün kesimlerinin ve Kürtlerin içinde aktif yer almadığı bir muhalefet hareketi ne sonuç alır, nede demokrasi getirir. Bugüne kadar başarısızlıkla sonuçlanan ‘’Demokrasi cephesi’’ arayışlarını gözde geçirmenin tam zamanı.