16 Nisan referandumu sonrası “Türk Usulü Başkanlık Sistemi” diye adlandırılan yeni bir yönetim sistemi ilan edilse de bunu ilan edenler iktidarı tüm organize çabalarına rağmen tam olarak ele geçiremedi. Zira bu sistemi Devlet Bahçeli’nin yardımıyla hayata geçirmiş ve ister istemez ona mahkum olmuşlardı. Her ne kadar işler sarpa sardığında Bahçeli “süper” çözüm önerileri ve “çok değerli” fikirleriyle arzı endam edip fevkalade “uyumlu” kişiliğiyle ortamı yumuşatsa, güç durumda kalan iktidar mensuplarına bir kapı aralasa da; bu, kapalı kapılar ardında onlara çok pahalıya mal oldu.
AKP’nin devlet kademelerinde hızla kadrolaşması, kendisiyle aynı düşünmeyen herkesi düşman görerek Kanun Hakkında Kararnamelerle (KHK) görevden alması, barış odaklı basın açıklamalarını bile suç sayması, gazetecilerden akademisyenlere kadar birçok meslek grubundaki insanları yok yere tutuklaması ve farklı siyasi oluşum ve kurumlara hiç bir yaşam şansı tanımaması toplumda gözle görülür bir huzursuzluk yarattı. Ülkenin gidişatından endişe duyan halk 31 Mart günü sandık başına giderek iradesini demokratik bir biçimde sandığa yansıttı ve yaşadığı yerin kim tarafından yönetilmesini istiyorsa onu seçti.
Devletin bütün gücünü arkasına alarak seçimlere hazırlanan iktidar güçleri sandıklardan çıkan sonuçlarla neye uğradığını şaşırdı. İlkin bunu mağlubiyet olarak kabul etmeyerek tabanına bunun bir yenilgi olmadığı algısını yaratmaya çalıştılar. Büyükşehirleri kaybetseler de ilçelerin çoğunu aldıkları üzerinden bir başarı destanı çıkarmaya çabaladılar, fakat eline her mikrofunu alanın hal ve hareketlerinden çok fena yenildikleri seziliyordu.
Sandıkta umduğunu bulamayan AKP/MHP iktidarı başta Kürt illeri olmak üzere birçok yerde seçmenin iradesini tanımamakta ısrar etti. Kürt halkına karşı yapılan haksızlıklar kendileri tarafından beslenen ve semirmekten patlama noktasına gelen yandaş medyada asla yer bulmadı. Tam tersine bütün yandaş kalemler söz birliği yapmış gibi seçimi tek kaybedenin HDP olduğunu yazıp durdu. Oysa HDP kaybetmemiş, onlara kaybettirmişti. Bunun da acısı illa ki onlar içini çok büyüktü.
KHK’li olduğu bilindiği halde Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçime girmesinde bir sakınca görülmeyen adayların seçimi kazanınca bu durumu öne sürülerek hukuk dışı bir şekilde mazbatalarının verilmemesi skandalı kimse tarafından görülmedi. AKP/MHP’nin kaybettiği yerlerde seçim yenileme arayışlarına girilirken söz konusu HDP’nin kazandığı yerler olunca Yüksek Seçim Kurulu mazbatanın en çok oy alan ikinci adaya verilmesini “uygun” gördü. Bu tutumla seçmenin iradesi bir kere daha yok sayıldı. HDP’nin Yüksek Seçim Kurulu’na yaptığı tüm itirazlar ya görmezden gelindi ya da hızla reddedildi. Bununla Türkiye’de bir seçim güvenliği sorunu olduğu iyice anlaşıldı.
Tartışmalar şimdilik İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerinden sürüyor ve herkes oraya kilitlenmiş durumda. Halk İstanbul’da devam eden oy sayma işlemlerine yoğunlaşmışken AKP/MHP ise sabırla “ne olursa olsun gitmeyecekler” algısını örüyor. Ne yapıp edip toplumun fazla tepki vermeyeceği “uygun” zamanı bekliyor ve harıl harıl bunun koşullarını oluşturmakla meşguller. Yandaş yazarlar aracılığıyla “Yüksek Seçim Kurulu kararıyla” yenilenecek seçimin tarihi bile açıklandı: 2 Haziran 2019.
İktidarı iyice sarsılan AKP/ MHP biraz daha ayakta kalabilmek için her yolu deniyor. Kendisini biraz daha ayakta tutmak için seçim yenilemek yerine kapalı kapılar ardında CHP/İP ile uzlaşıp mazbata karşılığında 4.5 yıl boyunca onların açık ve gizli desteğini almak da isteyebilirler. Aklı başında her insan bunun karşısında durmalı bu oyunlar engellenmelidir. Ayrıca İstanbul için gösterilen hassasiyet tüm şehirler için gösterilmeli, yalnızca Ekrem İmamoğlu değil, hakları gaspedilen HDP’li eşbaşkanlar da güçlü bir şekilde sahiplenilmelidir. Zira demokrasi bunu gerektirir.