Bir seçim sürecinin daha sonundayız. Yerel yönetimlerin belirleneceği 31 Mart gününe nihayet bir gün kaldı. Herkes nefesini tutmuş yarını bekliyor ve merak ediyor, acaba 1 Nisan nasıl bir gün olacak? İnsanlar yine bezgin bir sabaha mı uyanacak, yoksa tüm güzelliğiyle kapıda duran bahara göz mü kırpacak, şimdilik bilmiyoruz.
Türkiye’nin son bir kaç yılı neredeyse kesintisiz bir seçim süreciyle geçti. Bu kadar çok seçimin normalde insanın aklına demokratik bir yönetimi getirmesi gerekir, ama nerde? 7 Haziran 2015 seçim sonuçları iktidarın istediği gibi çıkmayınca ne yapılıp edildi, kılıfına uydurularak 1 Kasım seçimleri yapıldı. Bunun sonrası ise sürekli bir seçim hali oldu.
Ama halkta yine de umut vardı. Bütün seçimlerin eşit olmayan koşullarda yapılması bile toplumdaki umudu kıramadı. Sonuç bazı zamanlar hayalkırıklığı olsa da, o şartlarda hiç de azımsanmayacak derecede başarılar da elde edildi.
31 Mart yerel seçim süreci ise bambaşka. Seçime günler kala Yüksek Seçim Kurulu tarafından adaylığı onanan kişiler yargısız bir şekilde iktidar mensupları tarafından resmen medeni ölü ilan edildi ve seçilseler dahi bunun bir geçerliliği olmayacağı sıkça dile getirilmeye başlandı. Bunu ilkin belediyesine kayyum atanan Kürt şehirlerinde denediler. Nitekim “belediye başkanlığını HDP’li adaylar kazanırsa yerine yine kayyum atanır” repliğini iktidar partilerinin dışındaki çevreler de kullanmaya başladı. Böylece bilinçli bir şekilde halkta bu algı yaratılmak istendi. Şimdi de iktidar partileri tarafından Ankara başta olmak üzere bazı büyükşehirlerde deneniyor bu taktik.
Tutacak mı? Tutmaz! Kürtler zaten politik bir halk, kimse bu saaten sonra onların özgür iradesini gasp edemez. Metropoldeki politikayla uzaktan yakından ilgisi olmadığı halde iktidar partilerini destekleyen seçmenlerse zaten ekmek kavgasından başka hiçbir şey düşünmeyecek durumda. Bu insanlar artık eve ekmek bile götüremeyecek hale geldi ve ister istemez uyanmak zorunda kaldı. Halk uzun yıllardan sonra ilk defa ciddi bir şekilde gereksinim duyduğu gıda maddelerine ulaşamayınca ülkenin güllük gülistanlık olmadığının farkına vardı. Soğan, patates ve patlıcan sayesinde Türkiye’de büyük bir “aydınlanma” yaşandı ve ampul patladı.
Böyle olunca iktidar mensupları oy almak için akıl almaz taktikler denemeye başladı. Güç sevdası insanlara neler yaptırıyormuş meğer. Umudunu bağladıkları tanzim satış noktalarında insanlar “varlık kuyruğu”nda beklemekten bezdi. Hemen bir can simidi buldular: “Beka” meselesi. Güç kaybı onları o kadar çok korkuttu ki, hiçbir seçim sürecinde bu kadar tehdit uçuşmadı meydanlarda. Ağzını açan tehditle başladı söze, kapatan yine tehditle bitirdi sözünü. HDP’ye yönelik tehditlere sesini çıkarmayanlara da sıra geldi en sonunda.
Gelinen noktada kaybedecek hiçbir şey yok. İnsanlar zaten büyük bir baskı ve tehdit altında hiç bir güvenceleri olmadan yaşıyor. İktidar partisine üye olmayanlar çalışacak iş bulamıyor. Ülke açık bir hapishaneye dönüştürüldü; düşünmek suç, konuşmak suç, yazmak suç. Öyle bir ortam yaratıldı ki, yaşamak bile neredeyse suç. Son derece örgütlü bir baskı rejimi var ve kimse kafasını kaldırmasın isteniyor.
Başı eğik de yaşanmaz ki! Nitekim halkımız Newroz meydanlarında bir kez daha nasıl yaşamak istediğini cümle aleme gösterdi ve iradesine güçlü bir şekilde sahip çıktı.
Ancak hala kafası karışık olanlar varsa…
Ne olursa olsun aklımızı ve vicdanımızı korumaktan başka çaremiz yok. Sadece akıl ve vicdan insanları doğruya götürür çünkü. Adaylar seçildikten sonra kayyum mu atarlar, bütün koltukları zimmetine mi geçirirler, ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, kesinlikle sandığa gitmek ve o herşeyi değiştirebilecek kudretteki biricik oyu çok doğru bir şekilde değerlendirmek gerek.
Ve Dersim… Seçim haritasındaki o mor yalnızlığıyla hep gurur duyduğumuz kent… Mazlum’ların, Sara’ların, Bêritan’ların ve daha nice kahramanların diyarı olduğunu unutma… Hep hatırla, daima hatırla…