Her sevk değişik mahpushanelerden gelen değişik arkadaşları tanıştırdı bize. Devrimi yapamamış çocuklar olarak yenilgiyle tanıştık ki, ben bunu hiçbir ömrün hak ettiğine inanmam.
Bugünlerde yüksünmeden mahpus yatan arkadaşlarımıza...
O genç halimizle sola yönelişimizle beraber mahallelerde annelerimiz ‘Senin oğlun benim oğlumu yoldan çıkardı’ tartışmasına girmişlerdi. Ardından evlerimizde babalarımız ‘Sen bu çocuğu yoldan çıkardın’ diyerek yüklenmişlerdi annelerimize. Bunu sıkıyönetimin normal kamu düzenini suçlayarak ‘Anarşinin önüne geçemediler’ diyerek koroya katılmışlardı. 12 Eylül Cuntası da sıkıyönetim dahil kendinden önceki bütün yönetimleri suçlu ilan edip, sütten çıkmış ak kaşık gibi, kendilerini masum kılmışlardı...
Biz o zamanın gençleri, devrimciliğe adım atmak için evlerimizden çıkınca isimlerimizi de anne, baba ve kardeşlerimiz gibi evlerimizde bırakmıştık. Girdiğimiz her örgüt bir anlamda, bizim ikinci bir isim babamız olmuştu. Artık aklınıza ne isim gelirse. Ben Elazığ’da uzun zaman Ebubekir olmuştum. 12 Eylül Darbesi'ni engelleyip devrime yürüseydik eğer o örgüt isimlerimizle devrim yapacak ve öyle yaşayıp gidecektik. Ki, bizimle yürürken düşen arkadaşlarımızın üstünde kod isimlerini çıkarmadan, öylece yıldızlara uğurlamıştık. Çünkü o saatten sonra her isim hak edilmiş isim olurdu. Polis bizi hak edilmiş kod isimlerimizle ararken esas ismimizi parantez içinde alırdı. Parantez dışındakiler olarak yargılanıp, mahpus yattık.
Biz o örgütlerde, kod isimleriyle birbirleriyle tanışan çocuklardık. Bir örgütün aynı bölgesinde çalışmadıkça tanımazdık birbirimizi ama devrim hepimizin ortak tanıdığıydı o zaman. Bu tanışmışlıklarla aynı yerlerde işkence görmek, aynı cezaevi ve aynı koğuşlarda kalmakla, aynı koğuş baskınlarında, aynı açlık grevlerine girmekle sürdürmüştük arkadaşlığımızı. Sonra tahliyeler, sonra hayat kavgaları bizi gittikçe birbirimizden uzaklaştırmıştı.
Sorgularda durmadan ismimiz sorulurdu bize ve biz sahte kimliklerimizdeki isimlerimizde ısrar eder ve dayak yerdik. O sahte kimliklerdeki isimlerinde sonuna kadar ısrar edip, sorgulardan çıkanlarımız yok değildi hani. Ama o sorgularda dayağın bin türlüsüyle esas isimlerimizle yeniden tanıştırılmıştık. İsim giyinip, isim soyunmanın az belalı bir iş olmadığını o zaman öğrenmiştik...
Sorgularda hücrelerle, göz bağlarıyla, elektik, falaka, Filistin askısı, tek ayak üstünde uykusuz kalmayla, bitle, pireyle tanıştık. Hayallerle bu işin başında tanışmıştık, Devrim elimizi uzatsak tutacak kadar yakınken bize, 12 Eylül’le birlikte çekip gitmişlerdi hayal oldukları yere. Biz devrimle bir türlü tanışamamış çocuklar olarak kalmıştık mahpushanelerde. Mahpushanelerle, koğuşlara, görüş günleriyle tanıştık. İnsanın kanıyla bütün bedenini dolaşan dışarıyı özlemekle tanışmıştık. Bize aldırmadan alıp başını giden yıllarla tanıştık...
Her sevk değişik mahpushanelerden gelen değişik arkadaşları tanıştırdı bize. Devrimi yapamamış çocuklar olarak yenilgiyle tanıştık ki, ben bunu hiçbir ömrün hak ettiğine inanmam. Bir anlamda ömrümüz hak edilmemiş zulmün karalama defteri oldu sanki...
Uzatmayayım. Aydın mahpusunda birbiriyle tanışan çocuklar olarak bizler, 12,5 gün süren doğrudan demokrasi tartışmalarıyla tanıştık. Yıl, 1987 olmalıydı. Biz bir avuç arkadaş olarak, çoğunluğu elinde tutanlar tarafından pirinçten ayıklanan taş gibi ayıklandık. Pilavından dönenin kaşığı kırılsın deyip doğru bildiğimizden taviz vermemiştik.
Ne yazık ki, aynı mahpusta firar için kazılan tünelle devlet bizden önce tanışmıştı. Koğuş kapıları kapanmış ve başlamıştı zulüm. Direnmek çok uzağımızda değildi. Süresiz açlık grevi dendi, ‘evet’ diyenlerimiz çoğunluktaydı diye girdik o otuz üç günlük süresizliğe. Süresiz açlık grevleriyle yeni değildi tanışmamız, epey bir zaman önce tanışmıştık. Yastığımıza sinmiş açlığın kokusu devletten daha zalimdi bana göre. Yastıklara sinmiş açlığın kokusuyla tanışmıştık.
Tam o günlerde mektup ve görüş yasaklarıyla tanıştık. Ve yasak bir ay-bir ay biçiminde uygulanıyordu. Mektup ve görüş yasakları kâğıtla kalemi uzaklaştırmıştı bizden. Zarflar uzun zaman içi boş durmuş, pullar dilimizle ıslanıp zarflara yapışmamıştı. Ama yine de dünya durmamış, dönmüştü...
Kısası, çıkan firar tünelini tamir etmek için devlet, bizi Aydın mahpusundan, Nazilli mahpusuna taşımıştı. Nazilli mahpusunun ilk ‘konukları’ olarak gitmiştik. Aradan bir ay gibi bir zaman geçmişti ve yasakla verilmeyen mektup ve telgraflarımız o zaman toptan verilmişti. AYKO şiir yarışmasında ödül aldığımın telgrafını o zaman almış ve açlıkta günlük şeker dağıtan kişi olarak bunun sevinciyle her arkadaşıma nohut büyüklüğünde helva dağıtmıştım. Ödül nefesimizdeki açlığın kokusunu değil, ağzımızın kokusunu değiştirmişti. Yaptığım işten dolayı aldığım ilk ödülümle o gün tanıştım. O bana yetmişti, o günden sonra bir daha şiirlerimi yarıştırmadım.
Çok zaman geçmedi, süresiz açlık grevimizin sonuçlanması için, ‘temsilcilerimizin idare ile görüşmeleri sonuç vermiş, biz yirmi yedi kişi pilavdaki taş gibi ayıklanarak 7. Koğuş'a sürgüne gönderilmiştik. Üstelik daha devrim bile yapmamıştık. Ya bir de devrim yapmış ve o devrimin muhalefetine düşmüş olsaydık, vay halimize... Neyse, bazen kötüler bilmeden de olsa iyilik yaparlar. 7. Koğuş mahpusluğumuzun en arkadaş geçtiği yer oldu bizim için...
Mahpusluk deyip geçmeyin. İyi günlerimiz de oldu...
(Devamı haftaya)