Varla yok olmanın sınırlarına defalarca gelmiş ve gitmişleri anlayacak bir vicdana ne çok ihtiyacımız olduğunu bugün daha iyi anlıyorum.


2014 öncesi olmalıydı, Beyoğlu, Küçük Parmak Kapı Sokak’taki Piya Kolektifi binasının yayıncılık yaptığımız katındaydım. Orta yaşı biraz geçmiş biri tahta merdivenleri gıcırdata gıcırdata çıkmış, bulunduğum kattaki odaya kadar gelmişti. Gün görmüş sevimli yüzüyle verdiği selamı almış, yerimden kalkmış yer göstermiştim ona.

Haliyle elinde yeni şiir dosyalarıyla gelen genç şairlerden biri değildi. İçimden ‘Bastığımız kitaplardan birini bulmak için buraya kadar gelmiş biridir’ diye geçirmiştim. Çokça öyle şeyler de oluyordu zaten.

Kısa bir sohbetten sonra, kendisinin Rum asıllı olduğunu, bir üniversitede öğretim görevlisi ya da profesör olduğunu eski Yunancadan klasik bir eseri Türkçeye çevirdiğini, onun basımı için bizi ziyarete geldiğini özetlemiş, çantasını açarak çevirdiği kitap dosyasını bana uzatmıştı.

Nereye gitmiş ve kim onu bize yönlendirmişti ne ben ona sormuştum ne de o bana söylemişti.

Türkiye’de bütün azınlık dillerinde yayıncılık yaptığımızı birileri bizden önce ona anlatmış olmalıydı ki, gelip bizi bulmuştu. Kitabın dili Türkçeydi, bunda verili bir ‘sakınca’ yoktu ama kitabın yazarı Türkiye Üniversitelerinden birinde görev yapan bir Rum’du. Ben ya da dosyayı paylaşacağım kolektifteki arkadaşlarımız için bu bir ‘sakınca’ teşkil etmiyordu, etmeyecekti.

Sohbetimiz ilerledikçe nazik ve ince sorularından anladığım kadarıyla nasıl bir yayın yaptığımız, devletin resmi diliyle çelişip çelişmediğimizi öğrenmek istiyordu. Ona dilim döndükçe Piya’nın çok dilli yayın politikasından bahsetmiş, Kürtçe ve Zaza’ca yayınladığımız kitaplardan örnekler getirip koymuştum önüne. Anlayamadığım, direk anlatmadığı bir tedirginliği vardı ve ne kadar ince davransa da tedirginliğini hissediyordum.

Tek dilli, tek dinli, tek bayraklı ülkelerin bağnazlığına, o ülkenin kültürlerinin kurban edilmeyeceği, çok dilli ve çok kültürlü yayıncılığımıza olası kitap toplatma ve yargılanmalarına rağmen devam edeceğimizi, bir meydan okuma havasıyla anlatıyordum gelen efendi misafirime. Yine de üstünde konuşulmayan bir şey sessizce geçiliyordu ve ben bunun farkındaydım...

Kendim de Türkiye’de fazlasıyla zulüm görmüş bir azınlıktan gelmeme rağmen, bir karşı dil kurabiliyordum. Aynı karşı dili karşımdaki beyefendiden almamam, bende o güne kadar bilmediğim bir boşluk yaratıyordu. Ne ben kaba sorularla onu incitmek niyetindeydim, ne de o hoşuma gidecek cevaplar vermek niyetindeydi. O durduğu yerde, ben durduğum yerde duruyordum. Onca sohbete rağmen aramızda görünmeyen mesafe kapanmıyordu.

Ben konuyu tam anlamak için tahammül ve hoşgörü gibi kavramlara atıfta bulunarak resmî ideolojinin bağnazlığını açıklamaya çalışıyordum. Beni anlıyordu ama onaylamıyordu. Ve sözün bir yerinde bana ‘Kalkıp bu kapıdan çıkınca tahammül ile ilgili sana bir çift söz söyleyeceğim. O zaman beni anlarsın’ demişti. Ben de aradaki gizli gerginliği gidereceği anlamında merakla beklemeye başlamıştım.

Misafirimin yayınlamamızı istediği kitap Eski Yunancadan Türkçeye çevrilmiş bir kitaptı ve bu ne ilk kitaptı ne de son kitaptı. Bunda bir kusur çıkacağını sanmıyordum, ki misafirimde bunun farkındaydı. Siyası değil mitolojik anlatımlı bir kitap olduğu için tek dilli yayıncılığın tüylerini de diken diken etmeyecek bir çeviri kitaptı nihayetinde. Geriye kitabı çevirenin kimliği kalıyordu. Kitabı çeviren sürüm, kırım ve mübadelelere rağmen Türkiye’de kalmış, kalmakla da kalmamış sistem içinde kendine bir yer edinerek hayatını o güne kadar getirmiş biriydi. Size, ödemesi gereken bedelleri kat be kat ödemiş azınlıklardan birine mensup birinden bahsediyorum burada.

Adı solcuya, etnik yayımcılığa çıkmış bir yayınevinden kitap çıkarmak onun için kolay olmayacaktı. Kendi kültürüne çeviri ile katkı sunmak isteyen birinin tuzu doğal olarak bizim kadar kuru olmayabilirdi. Hele vedalaşıp kapıdan çıkarken ‘Tahammül ne demektir biliyor musun? Tahammül: şimdilik başka işim var, sıra sana da gelecek demektir’ açıklamasını yapınca onu daha da iyi anlamıştım.

Katliam ve soykırımlara uğrayanların ruh halini onlardan başka hiç kimse anlayamaz. Katliam ve sürgünlerden geriye kalanlar, hiç hakları olmadıkları halde bir gün sıranın kendilerine geleceği korkusuyla yaşarlar. Bu Ermeni için de böyledir, Rum için de böyledir. Bu korku tıpkı soy devri gibi, genetik bir olgu olarak bir nesilden diğerine taşınır.

Tıpkı Dersim’de ‘Kemal’ isminin çokluğunu korku ve kahramanlık ikilemi içinde ele alanların olaya bir seyirci gözüyle bakmaları gibi. Katliama maruz kalan Dersimli biri hiçbir zaman olayı kişiselleştirip ‘Eyvah, soyumu, sopumu bitirecekler’ dememiştir. Tam tersine o katliamı bireye ve aileye indirgemeden ‘Eyvah soyumuzu, sopumuz bitirecekler’ diyerek acının sınırlarını sufle olarak dünyaya vermişlerdir. Varla yok olmanın sınırlarına defalarca gelmiş ve gitmişleri anlayacak bir vicdana ne çok ihtiyacımız olduğunu bugün daha iyi anlıyorum.

Bu nedenle tahammül, hoşgörü, müsamaha, tesamuh, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma, kıyak geçmek gibi kavramları egemenlerin değil, mağdurların diliyle yeniden tanımlamak gelip kapımıza oturmuş bir görevdir.

Biz Dersimlilerin her olayda öne çıkması, elini taşın altına koyması, tırnaklarını toprağına geçirerek direniş yolunu seçmesi belki başkaları tarafından abartılı görünebilir. Unutmamak gerekir ki, ondan önce sürülerek yollarda, çöllerde kırımlara uğramış Ermenilerin, Rumların, Süryani ve tüm azınlıkların uğradıkları zulmün unutulmamasını sağlıyor o toprağa tırnak geçirmek. Eğer Dersim’i de bir gün tümden sustururlarsa ortak hafızayı tümden silmiş olacaklarından kimsenin kuşku olmasın.

Her yıl bir mevsim gibi Dersim’de yıllardır çıkarılan yangınların sebebi bundandır. Bundandır meşenin köklerini derine, daha derine salarak var olma çabası. Suyun yerin damarlarından yeryüzüne çıkıp akmaya devam etmesi, ateşler içinde yeniden doğrulmamız bir gün bunların son bulacağına ilişkin taşıdığımız umuttandır. Umut her birimizin bir kıyısında hayat kurduğu zalime benzemeden var olmayı besleyen bir ırmaktır...