“Bu ülkede insanlar ikiye ayrılır:
1-Eceliyle ölenler,
2- Eceliyle ölenler tarafından öldürülenler.
Bizim yakınlarımız ikincilerdir.”
Zübeyde Tepe (Ferhat Tepe’nin annesi)
Türkiye’nin yakın tarihindeki en karanlık, en kirli dönem ne zamandır diye sorsanız, sorunun muhatapları mutlaka ki birbirinden farklı cevaplar verecek, farklı tarihlere dikkat çekecek ve bütün cevaplar da doğru olacaktır. Zira bütün tarihini alt üst etseniz de temiz bir zaman dilimi görme şansınız da olmayacaktır.
Türkiye tarihinde yönetime hangi parti, hükümet veya güç gelirse gelsin zulmü ve zorbalığı hep bir doz daha arttırmıştır. Ortada kendisine karşı hiç bir tehlike yokken bile bir korku imparatorluğu kurarak gücünü koruma, varlığını sürdürme savaşına girişmiştir. Bir devletin kendi vatandaşına karşı savaşa girişmesi olacak şey değil, ama söz konusu Türk devleti olunca her şey mümkün. Güçsüzlüğünü, yetmezliğini, korkaklığını saklamanın en etkili yolu güçlüye veya dengine değil, kendinden daha zayıf olduğunu düşündüğüne saldırmaktır. Saldırmak dedikse, sıradan bir saldırı değil elbette.
Erkek egemen devlet sisteminin en ince ayrıntısına kadar planlayarak yaptığı bu sistematik saldırılar her zaman sert bir kayaya çarpmış ve tam tersi bir etki yaratarak saldırılar geri püskürtülmüştür. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış ya, devlet aklı da intikam zırhını kuşanarak saldırı girişimlerini sürdürmeye devam ediyor.
Doksanlı yıllar, devletin suçsuz-günahsız insanları alıp gözaltında, işkencede kaybettiği yıllar olarak geçti kayıtlara. Başta anneleri olmak üzere kaybedilen bu insanların yakınları onları aramaya başladı. Devlet bu arayışları görmezden geldi, cevapsız bıraktı. Yakınlarının akıbetini öğrenmek isteyen insanlar kayıp annelerinin öncülüğünde her cumartesi günü saat on ikide Galatasaray Meydanı’nında oturma eylemi yaparak seslerini duyurmaya çalıştı. Sayıları çok az olduğu için devlet onları önemsemedi önce, ama baktılar ki her hafta daha da çoğalıyorlar, coplarla, gazlarla saldırmaya başladılar. Halbuki orada oturan insanlar sivil ve silahsızdı. İstedikleri tek şey adaletti. Çocuklarının kemiklerini, bir mezar taşını bile onlara çok gören devlet, her zaman en iyi bildiğini yaptı, saldırdı.
Anne olan her canlı, dünyanın neresinde olursa olsun annedir. Çocuğu kaybolan, kaybedilen her anne de dünyanın neresinde olursa olsun çocuğunu arar. Onu kaybedenden ve kaybettirenden hesap sormak ister. Doğanın kanunudur bu. Sadece insanlar için değil, bütün canlılar için geçerlidir bu kanun. Erkek aklın işine geldiği zaman din tüccarlığı yaparak “cennet annelerin ayakları altındadır” demesi dini inancı olan hiç bir kadını yanıltmasın artık. İşine gelmediğinde “cennetin ayakları altında olduğu” söylenen annelere nasıl saldırdıklarını, çocuklarını ve yakınlarını aramaktan başka hiç bir suçu olmayan bu insanları 700’ünü eylem haftasında nasıl itibarsızlaştırmaya çalıştıklarını bütün dünya gördü.
İktidar saflarında erkek egemen zihniyetin birer ‘hizmetçi’si olan “kadın” milletvekilleri ile hepi topu iki “kadın” bakanın ve diğer “kadın” figüranların sessizliği de ayrı bir konu. “Kadın”ların kadınlardan bu kadar uzak olduğu bir ülke daha görülmemiştir.
Çocuklarını, yakınlarını, düşlerini ve geleceklerini çaldıkları bu insanlara meydanları yasaklayarak bir meydan savaşı kazandığını düşünen zihniyet her zaman kaybetmeye mahkumdur. Türk devleti sorunlu geçmişiyle yüzleşmediği müddetçe hiç bir zaman da düze çıkmayacaktır.
2001 yılından beri bütün dünyada 21 Eylül’de kutlanan Dünya Barış Günü sadece Türkiye ve KKTC’de 1 Eylül’de kabul görüyor. Ne yazık ki barış içinde kutlanması gereken bu gün bile Türkiye’de adeta savaş gibi geçiyor. Coplar, gazlar havada uçuşuyor. Kutlama yapmak için toplanılan meydanlar savaş meydanına dönderiliyor. Tutuklanan barış aktivistleri bir daha evine dönemiyor.
Bu cumartesi Türkiye’de Dünya Barış Günü. Geçen hafta büyük bir saldırıya uğrayan ve bundan sonraki eylemleri yasaklanan Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın da 701’inci eylem haftası olması sebebiyle önemli bir gün. Türk devletinin kayıp anneleri ve yakınlarından başlayarak adaleti sağlaması ve diğer bütün kesimlerle barışmaya yönelik doğru adımlar atması için bundan daha iyi bir fırsat olamaz.