İlkokula başlamış her öğrencinin çizdiği manzara resimleri hep aynıdır. Tahta sıralarla, öğretmenle, tebeşirle, yazı tahtasıyla, zil sesiyle, teneffüs ve önlükle ilk sefer tanışan öğrenciler, farklı aile ve kültürlerden gelmelerine rağmen sözbirliği etmişçesine aynı manzara resimleri çizerler. Büyülüdür o manzara…
Peki, bir salgın halini alan ve nesilden nesle sirayet eden bu sinsi manzara resminin içinde neler vardır, bir bakalım.
İki dağ arasında güler yüzlü, bıyıklı ve sarı saçlarıyla yarım bir güneş. İki dağ arasından aşağıya doğru akan bir ırmak, gökyüzünde serseri gibi dolaşan ve yağmaya niyetli olmayan bir parça bulut, yayılmış bir ‘m’ biçiminde çizilmiş uçan kuşlar, tek katlı, bacasından duman yükselen çatılı bir ev, yemyeşil çimenler ve birkaç ağaç, çimenlerin arasında birkaç papatya, ya da hayvan niyetine çizilmiş, ne olduğu belli olmayan yaratıklar… Her şey çocuklar kadar sevimlidir. Babaları da dedeleri de aynı yaşta, aynı manzarayı yapmışlardır. Çocuklar sanki bin yıl önce verilmiş bir sözü yerine getiren küçük şövalyelerdir. Belki de çocuklar, gizli edilmiş bir yeminin sürdürücüleridir. Her kuşakta kendini tekrar ettiren manzara resmi büyülüdür.
Bu manzara dünyadandır, ama dünyanın herhangi bir yeri değildir. Türkiye’de de böyle bir yer yoktur. Belki de çocukların dünyaya ilk müdahalesidir o manzara resimi. Sessiz bir eylemdir. Susularak yerine getirilen bir emirdir…
Çocuklar yedi yaşına geldiklerinde toprak evlerden, beton binalardan, köylerden, kasabalardan çıkıp annelerinin ellerinden tutup okula gittiler. Adları, anne ve babaları, saçlarının rengi, tenleri ve boyları aynı değildi. Aralarında başka dilden konuşanlar da vardı, ama okul sıralarına oturup aynı manzarayı çizdiler. Kimse ‘burası neresi’ diye sormadı onlara. Kimse engellemedi onları. Dünyada bunun bir başka örneği var mıydı, yoksa bu manzara reisimi Cumhuriyetin çocuklarına bir armağanı mıydı, bilinmedi.
Manzaradaki dağlar iki tepelidir. Sıradağlar yoktur. Torosların eteğinde yaşayan çocuklar da, Harran’da ya da Konya’nın düzünde doğmuş çocuklar da resim defterlerine aynı dağları çizerler. Dağların denize dik indiği Ege’deki çocuklar durur mu, onlar da sırtını denize dönüp iki dağın arasında akan nehir çizerler. Dünyada dağlar vardı, ama o dağlar dünyanın herhangi bir yerinde yoktu. Çocuklar dağları bozup kendilerine yeni dağlar yaratırlar.
Güneş doğmuş mudur, yoksa batmakta mıdır, tam belli değildir. Gülen bir güneş çizildiğine göre, doğmakta olan bir güneştir. Saçları sarıdır ve esmer çocuklar buna alınmaz, güneşin saçlarını sarıya boyamaktan onlar da geri durmazlar. Bizim halimize gülen gibi duran güneşi esas alıp yön tayini yaparsak; iki tepeli dağlar doğuya, ev dağların batısına düşmektedir. Irmak da batıya doğru akmaktadır. Gündüz manzarasıdır, geceye ait hiçbir belirti yoktur. Bundan çocukların karanlığı sevmediğini çıkarmak da, çocukların hep erken yatırıldığını da çıkarmak mümkündür. Yıldızlarla tanışmamış çocuklar çizmiştir o manzarayı. Aradan çok zaman geçer, ama manzarada zaman geçmez, hep aynıdır.
Irmak, iki dağın arasından doğar ve bir çağlayanla aşağı düşüp yemyeşil düzlükte yılan gibi kıvrılarak batıya doğru yol alır. Fırat ve Dicle güneyde Basra’ya akarlar. Kızılırmak bir yay çizerek kuzeyde Karadeniz’e dökülür. Seyhan ve Ceyhan ırmakları kardeş kardeş Akdeniz’e akarlar içinde yaşattığı bin bir canlıyla. Büyük ve Küçük Menderes ırmakları da değildir. Manzarada ikinci bir ırmak da yoktur. Ya hiç ırmak görmeyen çocuklara ne demeli? Yukarıdan aşağıya dökülen ırmakların kenarında kaç çocuk yaşadı? Manzaradaki ırmak öyle bir ırmaktır ki, suyu ne azalır ne çoğalır ne de bulanık olur. Adı yoktur ırmağın ya da her çocuğa göre bir adı vardır. Her çocukla aynı zamanda doğmuş, aynı yaştadır o ırmak. Çocukların ‘ak!’ emriyle akmayan başlayan bir ırmak olması da mümkündür.
Hava güneşli olmasına rağmen, bacası tüten o evde ocağa durmadan odun atan hain kimdir, bilinmez. Belki de bütün çocuklar üşümüşlerdir ve bir manzarayla ısınmak istemişlerdir. Ev, hiçbir çocuğun yaşadığı eve benzemiyor. Çocukların apartmanlarda, gökdelenlerde oturmaları bir şeyi değiştirmiyor. Çatılı, tek katlı bir evdir. Sanki o çocuklar bakkaldan ekmek almaya hiç gitmemişlerdir. Bakkal yoktur manzarada. Caddeler, sokaklar, arabalar, ambulanslar, kamyonlar, elektrik direkleri, heykeller, törenler, polisler, jandarmalar, balkonlardan sarkarak dedikodu yapan kadınlar, baloncu amcalar, seyyar satıcılar, tembel ve uyuz köpekler, evini terk etmeyen kediler, sinir bozucu küçük kardeşler, asabi abiler, bütün gün evde olan ve kafayı temizliğe takan anneler, eve geç gelen babalar, balkondan balkona atılmış iplere serilmiş çamaşırlar yokturlar. Çocuklar yaşadıkları yerlere sırt dönmüşlerdir. Belki de resim kâğıtları onların yaşadıkları yerler için küçük gelmiştir. Belki de kendilerini bozmamak için dünyayı bozmuşlardır…
Gökyüzünde kımıldamadan durur bulut. Yağmur olup toprağa düşmek, topraktan tekrar buharlaşıp bulut olmak aklına gelmiyordur. Yoksa buharlaşmama korkusu taşıyan bir çocuk bulut mu, bilinmez. Kendilerini leyleklerin getirdiğine inandırılan çocuklar, leylekleri değil de, ilk öğrendikleri ‘M’ harfini kuş yapıp uçurtmuşlardır. Bulut yağmur olup yağmadığı halde çimenler yemyeşildir. O çiçekler neden papatya ve benzeridir de gül değildir? Anneler gününde annesine gül alan ve gül ile tanışın bir tek çocuk yok mudur? Cevapları çocuklarda, çocuklar manzarada gizli…
Derler ki, çok, çok eski zamanlarda, yeryüzünde ilk açılan okulun, ilk çocukları kendi aralarında toplanıp ‘bir yer yaratalım, her parçası dünyadan olsun, ama dünyanın herhangi bir yerine benzemesin’ demişler. Gizli kalsın diye ellerine birer çakıl taşı alıp aralarında yemin etmişler.
Derler ki, bütün çocuklar bir sabah tahtadan atlarına binip güneşin doğduğu yöne at sürmüşler. Her birinin avucunda bir çakıl taşı varmış.
Derler ki, bir ırmağın kenarına vardıklarında ellerindeki çakıl taşlarını hep beraber ırmağa atmışlar. Edilmiş bir yemini, gizli bir sırrı o ırmak gittiği yere taşımış. Yemin suya, sudan bütün çocuklara ulaşmış, derler.
Derler ki, o ırmağın olduğu yerde iki dağ varmış. Gökte küçük bir bulut ve birkaç kuş varmış. Etrafı yemyeşil, bacası tüten tek bir ev varmış. Aslında orası yokta var olmuş, derler…