Zamanın içinden 16 yıl geriye gitsek, herhalde asla hayal edemeyiz bugünleri. Biraz ileri gitsek zamanın içinden, bu kadar kara günü yaşayıp geldiğimizi algılamakta zorlanırız herhalde. İçinde yaşadığımız zamanın dışına çıkıp oradan gözlem yapmak mümkün olmuyor. Doğal olarak o zamanın yarattığı algı bir sel gibi herkesi önüne katarak götürüyor kendisiyle. Bu fırtınaya kapılıp eğilip bükülenler des kırılma pahasına dik durmayı elden bırakmayanlar da oluyor. Tanrının 7 günde yarattığı dünyanın Türkiye’sinde bunlar 16 yıl boyunca biat etmeyenlere her gün cehennemi yaşattılar.
Kan bu zaman diliminde hiç durmak bilmedi. Gözyaşı bu zaman diliminde aka aka kaynağını kuruttu. Zulüm bu zaman diliminde tek tek hepimizin kapısını kırarak girdi evlerimizden içeri. Ölümler belki de doğumları bu zaman dilimde geçti. Hayat alıp göç verdiler. Bir ‘iyiliği’ derin kuyular kazarak bin kötülükle kapattılar. İyiliği, güzelliği, mutluluğu aramanın beyhude bir arayış haline getirildiği bu günlerde binlerce kötülüklerinden bahsedebilirim.
Korkuyu nasıl yaydıklarını ve hayattan düşmemek için bir serçe ürkekliğiyle dala nasıl sıkıca tutunduğumuzu. Her gün hayatımızdan biraz daha geri çekilerek kendimizi nasıl yalnızlaştırarak acı çektiğimizden bahsedebilirim. Sözcüklerim bütün bu acıları yüksünmeden taşıyabilirler. O cesaretleri var her sözcüğümün, çünkü onları en zor zamanlarımda olgunlaştırarak kendimle büyüterek getirdim bugüne.
Bağırdığımızda bizi duyacak olanların varlığından asla şüphe etmeden, çıplak bir atın yelesine tutunarak rüzgâra karşı koşmanın tam zamanıdır şimdi. Umuttan, hayalden, düşten bahsedelim. Belki de bir bebek gibi ayaklarımızın üstüne yeniden doğrulmanın serinliğidir şu an yüzümüzü yalayan sevinç. Düşe kalka gelsek de bugünlere, ayağa kalkıp yürüyelim. İnsanda umudun asla bitmemesinden, umudun yurdunun insan olduğundan konuşalım. Öyle uzun uzadıya değil elbet, bir caddede yan yana geçerken yüzümüzden taşan bir gülümsemeyle; evimize, işimize, sevgilimize gecikmeden anlatalım. Beyoğlu’nda Haydar’ın Yeri’nde bir tabure çekerek, yorgunluğumuzu üstümüzden alacak demli bir çayı dudaklarımıza götürmenin rahatlığıyla yapalım bütün bunları. Bugüne kadar zamanın hiçbir diktatör tarafından esir alınmadığını, saatlerin hep ileri akışını, o dik başlı yol alışını hatırlayarak umudumuza kol kanat olalım. ‘Hiçbir şey Boşuna değildi’ deyip, vitrinlerde bağıran çağıran gömleklerden birini alıp giyerek değil, en zor zamanlarımızda bize yar olmuş, bizden izler taşıyan gömleklerimizi giyerek bütün bunları yapalım.
Geri dönüyoruz hepimiz. Yıkılmış evleri ve yıkılmış kentleri belki geri getiremeyiz bir daha ama o evleri ve kentleri yeniden yapacak olanlar geri dönecek, kırık umutlarını taşıyarak. Kendilerini can havliyle yurtdışına atmak zorunda kalan yazarlar, sanatçılar, sürgünler buldukları ilk uçakla yurtlarına dönecekler. Yılları üstünde bir giysi gibi taşıyan mahpuslar evine dönecek. Bir kararname ile işlerinden kovulanlar işlerinin başına dönerek evlerine ekmek ve umut götürecekler. Dövülen, horlanan, öğrenciler okullarına dönecek. Atamasını bekleyen öğretmenler henüz onlarla tanışmamış öğrencileriyle buluşacaklar bir okulun, bir sınıfında. Yazarlar, şairler, müzisyenler, film çekenler, zamanı donduran fotoğrafçılar, masal anlatıcıları, yazın bol yıldızlı geceleri, ırmak kenarında saçlarını suya uzatan salkım söğütlerin serinliği tek tek yeniden dönecekler hayata. Belki bunca kahredici zamanın bizden alıp götürdüklerini bir çırpıda geri alamayız ama yeniden yol alacağız. Tam oraya geldik.
Çünkü:
Hasımlarını kendi adıyla, kendilerini hasımlarının adıyla çağıracak kendilerini gülünç kıldıkları halde kimseyi güldüremiyorlar.
Gittikleri şehirlerde başka şehirlerden gelenler onları karşılıyor. Miting alanında isim şehir oynar gibi konuşuyorlar. Denizli’de Ödemişlilere sesleniyorlar.
Durumları içler acısı olduğu halde kimseyi ağlatamıyorlar. İktidar olmanın bütün nimetlerini kullandıkları halde en yakınlarına bile asla güvenmiyorlar. Gittikçe yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça o oranda zalim olan bir ruh haline bürünmüşler.
Onlardan öncesini bir kalemde silmiş, zamanı kendileriyle başlatarak bütün havaalanlarını, hastaneleri onlar yapmış oluyorlar. Bir liralık tuvaletler, buzdolapları ve çamaşır makineleri üzerinden kendilerini anlatmaya çalışan, ne yaptıklarını kendilerinin de bilmediği bir hale geldiler.
Bir oturuşta binlerce yalan söylüyorlar ama atasözü üstüne düşeni yapıp mumlarını söndürmüyor bir türlü. Önüne gelen onları kandırırken işçiler, emekçiler, köylü ve dar gelirli yoksullar onları bir türlü inandıramıyorlar.
Her kalem maldan kat kat vergi aldıklarını koyun bir kenara, çok çaldıkları halde bir türlü doymuyorlar. Çok yalan söylüyorlar ama yalandan da olsa bir türlü ölmüyorlar.
Çok şehit verdiler ama şehitlerin hiçbiri kendi çocukları değildi. Çok iktidarda kaldılar çok. 7 Haziran, 1 Kasım seçimleri ve referandumda adeta düşmelerinin provasını yaptılar. Şimdi freni patlak bir kamyon gibi hızla 24 Haziran seçimine giriyorlar. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar...
Sinemaları yok, tiyatro ve tiyatroda sahnelenen oyunları yok. Olan özel tiyatroları da düşman ilan edip bir bir kapatmaya mecbur bıraktılar, ya da gözümüzün içine baka baka yıktılar, yıkıyorlar.
Kendilerini konu eden her film ellerinde patladı, izlememe rekorları kırdılar. Tarihi reyting uğruna dizilere kurban ettiler. Romancıları, onların yazdığı romanları yok. Hikayecileri, onların yazdığı hikayeleri yok. Şairleri, onların yazdığı şiirleri yok.
Klasik müziğe, piyanoya, piyaniste tahammülleri yok. Kültürel hayatımızda adeta Mehter marşıyla yerinde sayıyorlar. Ne kadar eskiye gitseler de orada kalmak yerine tekrar çağımıza hortluyorlar. 16 yıl iktidar olmalarına rağmen, kendilerini kalıcı yapacak kültürel bir iklimi yaratamadılar. Aslında bu yüzden ülkeyi yönetmeyi hiç hak etmiyorlar.