Bazı şeyleri sürekli sakız gibi çiğnememek ama yeri gelince de iki lafın belini kırmak lazım. Eskiden romatizması olanlar yaşadığımız şehre yağmur yağacağını önceden bilirlerdi. Şimdi dünyanın neresinde yağmurun yağacağını bilir hale geldik. Umudun, hayalin ve sevincin dünyalısı değil, dünyanın tüm acılarını taşıyan bedenleri haline getirdiler bizi. Baskılar, katliamlar ve sömürü sınır tanımaz hale gelirken, nedir bizi sınırlarımızın içinde yaşayan bir halkın varlığından daha da ağırlaşan acı ve taleplerini görmezden gelmemiz.
Nedendir?
Kimse gidin Kürt olun demiyor. Geçmişte nasıl Çin, Arnavutluk ve Sovyetlerin kuyruğuna takılmadan bağımsız bir siyaset inşa ettiysek, aynen öyle bir siyaset… Karşımızdakilerin onaylamadığımız her ‘eksikliğinin’, her ‘yanlışının’ bir sebebi de bizim onlara ve o alana sırt dönmemizden kaynaklandığını unutmamak gerekiyor. Tedavi olmamız, eski halimize dönmemiz, yeniden objektif ve subjektif tahliller yaparak yeni bir çıkış yaratmaya kalkmamız bu durumda kolay olmayacak gibi.
Eskiden böyle miydi?
Misakı milli sınırları içinde darbelerin her seferinde önünü kestiği devrimleri yapmaktan asla geri kalmazdık. Sorunları düzen içinde çözmeye kalkmaz, onların deyimiyle düzeni değiştirmeye kalkışırdık. Dünü bire bir kopya edelim, ‘dağlara, dağlara’ diyen yok. Ama yasallığın sınırlarını alabildiğine geniş tutarken, meşru mücadeleyi dışarıda tutmak akıl karı değil.
Biz o zamanlar objektif ve subjektif hallere bakar; değiştirmenin, mutluluğa gidişin dört mevsim kumaştan teorisini biçip giyerdik. Her bedenden irili ufaklı hareketlerin olduğu bir zamanda; çoğu siyasetin devrimi ondan beklediği, başını alıp giden bir ülkeyi dolduracak kadar büyüyen bir harekettik. 12 Eylül’le beraber her birimiz payına düşeni yüksünmeden çekti. Kimse olmayan bir metreyle, kimsenin boyunu ölçmeye kalkmasın. Nihayetinde o hareketin dal budak saçarak büyümesinde herkesin bir payı olduğu gibi söz hakkı da vardır.
O zamanlar yağmur şimdiki gibi sel felaketlerini değil, romantizmi çağrıştırırdı bize. Romantik bir kuşaktık, şafak vakti beyhude gelip geçen bir an değildi. Doğa bile değiştirme ve dönüştürmeyi hatırlatırdı bize. Hızla çoğalan bir kuşakken, şimdi hızla azalıyor ya da azaltılıyoruz sanki. Bu hale gelmiş olmamıza kızanımız var, küsenimiz, köşesine çekilip olanları iç çekerek izleyenimiz, iyi bir şey yapıldığında elini vicdanına koyup ‘iyi’ diyenlerimiz de var. Dünün bize hayal kurduran bedeni bugün bu halde olmamalıydı diyorum… Birinin bir yerde sakladığı cevabı olabilir ama benim kolaydan cevaplayacağım bir durum değil bu hal. Son sözlerini söyleyip giden arkadaşlarımız, gittikleri yaşta kaldılar. Onlarca yıl ceza da yattık. Kimimize yazdıran, kimimizi de yeri gelince konuşturan hakkını ödediğimiz geçmişimizdir. Kimse küplere binmesin. Üstünde düşünüp konuşacağımız kocaman bir geçmişimiz ve bugün ki ‘halimiz’ var.
Düzen her daim bozuk olur ve biz o bozuk düzen tamircisi değil kökten değiştireni olurduk. Dünyanın çöplüğü devrilmiş zalim ve diktatörlerle dolup taşıyordu o zaman. Emperyalizm diktatör kurtarıcısı olarak mutlak bir hurda alıcısıydı. Öyle bir geçmişe topuk verip bugüne geliyorum. Havanda su dövmüyoruz.
Çok azdık, damı akan bir gecekonduda, uzak bir köy evinin lamba ışığında toplanan üç beş hayalci olarak boyumuzdan büyük işlere kalkışmıştık. Kendimiz değil, ezilen ve sömürülenler için mutluluğu getirmeye kalkan cüretkâr bir kuşaktık. Öğüt ve nasihatten değil, devrimden anlardık. Ülkemizin neresinde olursak olalım Maltepe’de Cevahir’in, Nurhak’da Sinan’ın, Kızıldere’de Mahir ve arkadaşlarının, işkencedeki İbo’nun acısını ele vermeden saklar, onların yaydıkları umutları bir giysi gibi giyinirdik. Aramızda telgrafın telleri yoktu, hayalin o sınır tanımayan, uzayıp giden duygulardan yapılmış bir haberleşme ağı vardı. Birbirimizin acısını ve sevincini anında duyar ve yaşardık.
İşe o zamanlarda Kürt, Türk, proleter, aydın, çiftçi, öğrenci ayrımı yapmaz ezilenler kimlerden oluşursa oluşsun hepsini bir devrimle kurtarmaya kalkışırdık. Şimdiki gibi kendilerini kurtarmaya kalkan ötekilere kem gözle bakmaz, onların acılarını duymazlıktan, görmezlikten gelmezdik. Eşitliği yaşadığımız şehir ve ülke ile sınırlamaz, bütün bir dünyayı eşitliğin terazisinde tartar, hak edenin hakkını hemen orada verirdik.
Eskiden Vietnam’da Vietkong’lu, Bolivya’da Che, Nikaragua’da Sandinist, Şili’de parmağı kesildiği halde şarkılarını söylemekten vazgeçmeyen Victor Jara oluyorken şimdi dibimizde olan bitenlere nasıl ve neden duyarsız kalacak hale geldik, getirildik. Ne oldu bize? Babaları CHP’li olan biz eski devrimciler babalarımızın rolünü mü kaptık yoksa? Tek bir inançla devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen, diğer inançları görmezden gelen, içindeki ‘solculara’ bile tahammül etmeyen CHP’nin laiklik ilkesinin gölgesine mi sığınıldı yoksa? Kendimize "Taşın bile kuzeyi yosun tutarken, bizim neden doğumuz yosun tutuyor?" diye sormak çok mu abes geliyor?
Eskiden CHP’li büyüklerimizin burnunun dibine dikilip ‘Halklara Özgürlük’ diyerek yola çıkan bir kuşak olarak, Türkiye’nin bütün kent ve kasabalarında yapılan mitinglerde olduğu gibi; ODTÜ on bin kişilik kitlesiyle Tandoğan Meydanı’na girdiğinde zamanın Karaoğlanı’nı aynı sloganla çileden çıkaran biz değil miydik? Yoksa o halklar özgür oldu da bizim mi haberimiz olmadı? Bunları dile getiren toptan ‘Kürtçü’ ilan edilirken, bu gerçeğe sırtını dönen devrimciler nasıl oluyor da ‘Türkçü’ olmuyor? Akıl, sır erdiremiyorum vesselam… Halklara Özgürlük!..