“Ey her anda kıyılan kızkardeşim!
Her gün çoğalan törenlerimizde
sayamadığım mezarlarına ağlıyorum.
Çatlamış kalbim, bilenmiş ellerimle
yedi kez and içtim,
yedi kez direnç kesiliyorum.”*
Pazar günü Anneler Günü… Muhtemelen bütün evlerde anneler günü kutlanacak, uzakta olan anneler telefonla aranacak, çiçek başta olmak üzere hediyelik eşya satışlarında büyük bir patlama yaşanacak, sosyal medyada anneliğin ne kadar “kutsal” olduğuna ilişkin birçok yazı ve görsel paylaşılacak.
Bütün semavi dinler anneliğin ne denli kutsal ve yüce olduğunu anlatır, anne olmuş kadına neredeyse “kutsal” bir varlıkmış muamelesi yapar. Oysa kadın “anne” olmadan önce “insan”dır. Ayrıca biyoloji bilimi belli bir yaş olgunluğuna erişmiş her dişi canlının anne olabileceğini söyler.
Göksel dinlerin anne olmuş kadını kutsallaştırmasının tek sebebi onu eve mahkum etmektir. Çünkü bu dinlere göre kadının yeri evidir. Kadın “koca”sına hizmet etmek ve onun soyunu sürdürmekle yükümlüdür. Din yoluyla kadınların omzuna büyük bir sorumluluk yükleme çabasındaki erkek egemen sistem işine geldiği için kutsuyor anneleri. Yoksa anneler bir melek falan değildir. Anne olan kadın da diğer bütün yaşayan canlılar gibi kusurludur. Annelerin de kaygıları, korkuları, endişeleri, anne olmak dışında kendisine ait olan bir kimliği vardır. Ayrıca hiçbir anne yeryüzünde sadece anne olma misyonuyla görevli değildir. Hem bir çıkarı olmasa, erkek peygamberlerin getirdiği dinler kolay kolay kutsar mı hiç kadını?
Kabul edilse de edilmese de bir ailedeki bütün yük kadının sırtındadır. Yemek pişirmek, temizlik yapmak, alış-veriş işleri çalışsa da çalışmasa da, anne olsa da olmasa da evdeki kadının sorumluluğundadır. Çocukları zaten o doğurduğu için çocuğu büyütmek annenin en temel görevidir. Çocuğun temel eğitiminden de anne sorumludur. Mesela çocuğunuz anadilini konuşamıyorsa bu kesinlikle annesinin suçudur!
Hakikaten erkek egemen sistemin kadınlara dayattığı annelik akıl kârı değil. Hatta doğurmamak daha akıllıca. Son yıllarda çocuk doğurmayan, daha doğrusu belli bir bilinç düzeyine eriştiği için mevcut sistemde çocuk doğurmak istemeyen kadın sayısının hızla artması kesinlikle tesadüf değil.
Çocuklarının nerede, nasıl ve ne zaman öldüğünü bilmeyen, cenazelerini bile görmeyen annelerle dolu bir ülkede daha nikâh masasında kadına en az kaç tane çocuk doğurması gerektiği nasihat ediliyor. Evliliğin üzerinden belli bir süre geçmişse toplum kadının neden hâla doğurmadığını sorguluyor, bir çocuğu olan kadının ikincisini ne zaman doğuracağı merak ediliyor. Anne olmak istemeyen, sırf toplum bunu dayatıyor diye anne olmayı reddeden kadınlar toplumda dışlanıyor. Bütün bunların arkasında da “dinsel” ve gerici erkek egemen anlayış yatıyor.
Bu dünyada “mükemmel” çocuklar yetiştirmekle “görevli” kadınlar hem kendisine hem de çocuğuna büyük bir haksızlık yapıyor. Erkek egemen sistemin dayattığı ve bir çok kadının seve seve yaptığı bu “gönüllü kölelik”le kadınların erkeklerle eşit olma talebi yerle yeksan ediliyor. Erkek egemen devlet sisteminin kadına uygun gördüğü “fedakâr, şefkatli, saçını süpürge eden” anne imajının karşılığı sadece ve sadece gözyaşı oluyor.
Kadına yönelik şiddet her saat daha da artıyor. Kadın cinayetlerinin zirve yaptığı bir toplumda ülkenin bir çok ilinde kadın sığınma evinin olmaması gerçekliği gün gibi kadınların karşısında duruyor.
Esas kutsallık çocuk doğurmak ya da bu yeteneğe sahip olmak değil; özgür, eşit ve adil bir yaşamı kendi elleriyle inşa etmektir. Ne zamanki uyruğu ve inancı ne olursa olsun kadınların doğurduğu çocuklar devlet şiddetinden ölmez, ne zamanki kadınlar en yakını olan veya olmayan erkekler tarafından sistematik bir biçimde öldürülmez ve ne zamanki kadınlar çareyi acımasızca kendisine yönelmekte bulmazsa o zaman kadınların kendisi erbane sesleri eşliğinde kutsallık kavramı hakkında bir karar ver(ebil)ir.
Hem o zaman evlat acısının ne denli yakıcı olduğunu bilen ve bunu tüm hücrelerine kadar yaşayan annelerin tarihe karşı sancılı tanıklığı da bir son bulmuş olur…
* Şiir: Sara Aktaş, “Ant”