Az ötede bir şey var dönsek görebileceğimiz. Görsek bir bedene sahip olacak, her bir parçasıyla bizlerin toplamından yapılmış bir şey var. Adı içimizdeki sevincin kapısına dayanmış bir şey, sevinince farkına varacağımız bir şey var. Yeri gelince hayallerimizi taşıyan bir insan, yeri gelince insanda bir türlü bitmeyen bir hayal olan. Bir şey var az ötede her gün bizi besleyen…
Az ötede ömrünü yürüyüp de gelmiş biri var, uzansak merhaba diyeceğimiz. Umutlarını her gün ilmek ilmek dokuyarak gelmiş, bizim gibi biri. Herhangi bir insan gibi görünmüyor sadece, tam da öyle ‘bizden biri’ diyeceğimiz biri var, sokağı iyi bilen biri. Verilmiş bir söz, edilmiş bir yemin gibi duran biri var az ötede…
Bir şey çalıyor yanı başımızda, kulak kesilsek duyabileceğimiz bir şey. Fısıltıdan çığlığa kadar bütün sesleri yüksünmeden taşıyan bir şey. Aşkın, hüznün, isyanın ve alıp başını gidecek olanın ve olmadık anda karşımıza çıkan bedene bürünmüş bir şey. Çaldığında bizi de beraberinde alıp götüren, onsuz kendimizi eksik sayacağımız bir şey var, dudaklara konup, yine dudaklardan havalanan…
Uzansak dokunacağımız bir gül susuyor, kırmızı. Başına buyruk dikenlerin koruduğu bir gül damlıyor dünyanın acısıyla avuçlarımıza. Kanla arasına mesafe koymak isteyen bir renk her sabah kesiyor yolumuz. Yolumuzu değiştirsek, görmezden gelsek, olmuyor. Her durumda bize bulaşan bir gül bizi uğurlayıp, bir gül karşılıyor bizi. Yârin yanağı oluyor bazen, bazen öpmeyi yüksünmeden taşıyan sevgili dudağı oluyor güzel bir sözcükten de önce. Kahrından solup, umutla açan bir gül susuyor dudaklarımızda…
Gölgeler bir serinlik fısıldıyor ağaçların altında. Dünyayı dolaşarak gelmiş bir sevinç terini siliyor oturmadan önce. Haberler getiriyor, serinletilmiş haberler, insanın içini ferahlatan haberler. Ağaç alıyor payına düşeni. Gölge üstüne düşeni yapıyor. Dolaşarak kulaktan kulağa umut uzanıyor sere serpe. Taş hakkını, sesin yankılandığı yamaç hakkını, memedeki bebek hakkını alıyor annesinin göğsünden. Oğullarını bekleyen anneler, özlemlerinde uyuyup uyanan sevgililer kapılarını açarak serinliği alıyorlar içeriye…
Evimizin kapısını çaldı çalacak çok güzel bir şey kokuyor şuralarda. Yağmurdan sonra gelen toprak kokusu gibi, yeni doğan bir bebeğin süt kokusu gibi, bütün bir sessizliğin yerini dolduran bir koku. Ayaklanmış, dünyayı bir baştan diğer başa kadar sarmak isteyen, çiçeklerin gönül rahatlığıyla verdiği bir koku var, kapımızı açmasak da pencerelerimizden, bacalarımızdan girecek arsız bir koku…
Az ötede bir dünya var, dili bizim dilimizle aynı olan. Renkler ayaklanmış, hepsi kol kola. Dakikalardan saatlere, saatlerden günlere dolan bir hazirandır gelip ömrümüzde kendine yer açan. Sarı sıcak günler diyelim biz buna, iliklerimizde buz tutan zulmün çözülmesi, derin bir nefes alış, göğsümüzün kabarması… Herkesin kendi rengiyle sokağa fırladığı, uzansak ele ele tutuşacağımız, hiç kimsenin öteki olmadığı bir dünya var az ötede.
Alıp başını giderek yerini sevinçlere bırakacak bir hüzün var içimizde. Zaman su gibi akıp geçiyor, taylar koşmaktan asla yorulmuyor, komşumuz çalıyor kapımızı, biz komşularımızın kapısını. Kimse küsmüyor bir diğerine. Acılarımızı bir bir alıyorlar üstümüzden. Öyle hafifliyoruz ki, bizim kuşlardan, kuşların bizden bir farkı kalmıyor. Her birimiz ağacın bir dalını evimiz sayıyoruz, evlerimizi de kuşlara yuva… Bak, her gün biraz daha kararıp kuruyan dünyamızın kapısına kadar gelip dayandı umutlu bir Haziran. Başaracağız…