‘’Hey erenler sözümde var mıdır hata, Pirim al giyinmiş yakışır zata. Mezarım üstünde göğ otlar bite, Solmayınca bu can ayrılmaz senden’’
Buradan eğer, ‘Nadire’ye mektup yazıyorum bir diyeceği olan var mı?’ diye sorsa idim inanıyorum ki bir çoğunuz buruk bir ses tonu ile, ‘benden de slm söyle' vb sözler ifade ederdiniz.. Böyle yapmadım ancak yine de slm edenler olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim..
Belki de bazılarımız kızacak ve ‘yahu hiç öyle şey olur mu, gidenin ardından mektup yazılır mı?’ derdiniz kim bilir?
Ama ben, Nadire için ’Pay edilmek üzere hazırlanan 40 Hak Lokması’ günlerinde ‘kısa’ bir mektup yazmak istedim..
Önce kendisinden ve sonrada sevenlerinden 'destur' alarak..
40 gün önce aramızdan ayrılan sevgili Nadire gibi İnsanlar için bir şeyler yazmak hiçte kolay değil..
İnsanın parmakları titriyor, üşüyor ve gözleri doluyor..
Onu nasıl anlatmalı?
Dik ve onurlu duruşu ile mi?
Kürt-Kızılbaş güzel bir insan olarak mı?
Yurtsever, mücadeleci, koparıcı bir Kadın olarak mı?
Dersim sevdalısı, hasreti ve özlemi ile yanıp-tutuşan olarak mı?
Yoksa güler yüzlü, sevecen, ‘pay’ etmeyi bilen biri olarak mı?
Festivallerin, aktivitelerin, yürüyüş ve toplantıların bir neferi olarak mı?
Yada; Biraz ‘efkar’ dağıtma amaçlı konserlerin akşamlı edalarında geçen fısıltılarından mı?
Her gittiği yerde 'belgelercesine' resimler çeken biri mi?
Hangisi?
Oysa hepsi ‘at başı’ en öndeydiler onun için..
Hepsi bir arada idi onun ufkunda..
Dersimliydi ama bazen Efrin’li oluyor, bazı Amed’li, Varto’lu, Botan veya Garzan’lı, yada Serhat’lı oluyordu..
Bir çocuğun gülüşünde gülüyor ama bir ‘Cumartesi Annesi’nin göz yaşlarında buluyordu kendini..
Oysa bütün resimlerde hep o sevecen bakışları ile gülüyordu düşmana inat..
‘Şu lazım, bu lazım, hastayım, yoruldum’ vb bir yakınması, bir ‘kişisel’ beklentisi yok idi..
Oysa her birimiz birer ‘sosyal’ varlığız ve İnsanız sonuça..
Hiçmi duygusal olmadık?
Hiçmi ağlamadık?
Hiçmi mutlu(!) olabilmeyi, seven yada sevilen olmayı, paylaşmayı hayal etmedik?
Bütün bunları ‘yaşanmamazlık’ diye kendimizi kandıra bilirmiyiz?
Hayır..
Buna gerekte yok..
Her şey iyi, güzel ve müthiş bir dayanışma, direniş, toplumsal, sosyal, siyasal vb hepsi güzel de ya (biraz) kendimiz?
Hal hatır sorma, bir halleşme, niyazlaşma ve aşk-ı muhabbet esprisi ile can-cana, cemal-cemale bir sohbet, şaka, bir kahkaha, bir gülüş..
Yani ‘yaşarken’ demek istiyorum..
Bazen çok ‘yalnız’ his ederiz kendiimizi çoğul arasında aslında..
Bu bir suç mu, insanın kendi eksiğ, yada suçu mu yoksa çoğulluğun mu?
Hepimizin..
Hayatta iken, birbirimize çok yakın iken, uzaklaşmamak, bir ‘merhaba, nasılsın?’ diye içten sorduğumuzda verilecek cevabı ‘biraz olsun’ bekleyip sonra devam etmek var iken..
Elbette ‘kendine mektup’ yazmaya başlatır bu süreç seni..
Bunu yapamayanlar, yazamayanlarda var gerçi..
Şükür, arada bir yazmaktayım kendime..
Neler yazarım, neler sorar ve hangi cevapları yazar, nereden, hangi şehirden veririm postaya bilinmez..
Bir ben bilirim.
* * *
Tende ve canda kendini var edenlerin meydanında hakkın adı ile bir can kakka yürüdüğünde, öğretimize göre, kırk gün içinde ancak kakka kavuşur ve hak yolculuğu tamamlanır diye bilinir.
Yine hakka yürüyen canın „Dardan İndirme Erkânı-Cemi“ bu kırk gün içerisinde yapılmışsa alacağı – vereceği olanlar o Hak Meydanda Rızacıklarını almışlar ve helalleşmişlerdir.
Yok, eğer, “Dardan İndirme Erkânı“ yapılmamışsa; Kırk Erkânında bulunan canların tümünden yeniden bir Helallik (Rızalık) istenir. Bu konuda farklı ama benzer ritüellerin olduğu bilinmektedir..
Kısaca; Alevilerde, bir can hakka Yürüdükten 40 gün sonra „Kırk Erkânı“ – Rızalık Erkânı yapılır ve buna bağlı olarak “Haq Kırk Lokması” pay edilir. Sosyal ve inançsal bakımdan bu tören biz Alevilerde oldukça önemlidir. Kırk gün dolmadan bu erkan yapılmaz.
Bir başka deyişle ‘Affedici, bağışlayıcı olan Tanrıdan korkmayan biz Aleviler’ aşk derecesine varan Tanrı-Evren-İnsan sevgisiyle yoğrulmuş dünya görüşüne ve alışılmamış bir öbür dünya anlayışına sahibiz.
Şimdiden, ‘hizmetleriniz haq katında kabul görsün’..
Başa dönersek;
Bir hal-hatır, sorgu-sual mektubu değil bu..
Öylesine bir mektup işte..
Kaldı ki ben, (bun çok az kişi bilir) zaman zaman ‘kendine mektuplar’ yazıp postalayan biriyim..
Garip geliyor değil mi?
İnsanın ‘kendine’ mektup yazıp hal-hatır sorması..
Neden acaba?
Niçin bir başkasına yazmak var iken kendine yazar insan?
Ne(ler) yazar, nasıl bir duygudur insanın kendine yazdığı mektubu almak?
İstediğiniz her bir şeyi, ‘oto-sansüür’ olmaksızın kaleme alıp mektubu gönderdiğiniz kişiye (kendinize) sorabileceğiniz gibi sizde karşıdaki kişiye özgürce (kendinize) benzer srular yöneltebilirsiniz..
Sizlere de tavsiye ederim..
Arada bir kendinize (çekinmeden) mektup yazın, cevabını da yazın, hal ve hatırınızı sorun derim..
En azından kendiniz ile bir sohbet, bir hasbi-hal, halleşme etmiş olursunuz.
Çünkü, ‘İfade edil(e)memiş duygular hasta eder İnsanı’ der Friedrich Nietzsche..
Kendinize yazdığınız mektup tadı bir başkadır..
İyi gelir..
Neyse..
• * * *
Nadire’yi en az ben kadar tanıyan, hatta benden çok daha
fazla ‘yakınen’ tanıyanlarınız oldukça fazladır bilirim..
Gelelim o güne..
Avrupa’nın gri ve ıslak ton’lu gök yüzünün Mart soğuklarınin hakim olduğu havasına...
Kış, karşı koymasına rağmen Baharın gelişine, Newroz çiçekleri tomurcuklar eşiğindeydi.
Ve Emekçi Kadınlar, 8 Mart coşkusu ile alanlarda idi.
Ama Nadire, yoktu..
‘Uyuyor’ sanıldı belki..
Akşam yine geç yatmıştı kim bilir..
• * * *
Dersimin ‘Ağlayan-Ters Laleleri’ Munzur dağlarının yamaçlarından aşarak kutsal yüzünü gösteren güneş’e değilde, boynun bükerek yere bakmaya başladığı anlardı...
Dersim Araştırmaları Merkezi (DAM) ve Dersim Gazetesi ‘Whatsapp Grubu’ arkadaşlarımızdan Hüseyin Ayrılmaz tarafından, ‘Çok üzgünüm.. Az önce aldığımız acı bir habere göre Ferhat’ın kız kardeşi Nadire kalp krizi sonucu hakka yürümüştür, ben Ferhat’ın yanına gidiyorum’ diye bir haber bir not düştü..
‘Haber’ yerine ‘ateş’ düştü demek daha doğru olur..
’1 Nisan şakası’ mı diye bir anda yorumlamak geldi içimden ama tarih, 2018’in 8 Mart günü idi..
Henüz erkendi Nisan şakası için..
Haberi ne zaman ve ne şekilde aldığınız önemlidir..
Eğer haberi aldığınız an yalnız iseniz hayat daha çok zor olur..
Bir an için benliğinizi çaresizlik sarar ve paylaşacak, tutunacak birilerini ararsınız..
Hayatın en ‘katlanılamaz’ anıdır işte o anlar..
Elbet her ölüm erken ölüm olmakla birlikte her ölüm haberi de üzücü, her gidiş ise burukluk..
Ancak ölüm sizden; sevdiğiniz, saydığınız, takdir ettiğiniz birisini ayırmış, alıp götürmüş ise bu daha çok üzücü ve acı verici olur.
Sizi bilmem ancak ben bu durumu peş-peşe, hemde bu üç ‘can parçam’dan uzaklarda tam üç kez yaşadım..
Makbule Anamı, Hüseyin kardeşimi ve Sakine ablamı yitirdim..
Her birinin devri daim, haq ve Xızır yardımcıları olsun..
İşte 8 Mart günüde benzer bir duyguyu yaşadım..
Hele de bu kişi, en üretken, en verimli, en olgun ve en güzel ‘güle bilen’ çağında ise söz bitiyor o anda..
Evet, ‘Nadire kalp krizi sonucu hakka yürümüş’ diye not düşülmüştü..
İstanbul’dan, 2.250 km öteden gelen bu acı haberde adı geçen kişi, bana ‘ço yakın’ bir yerde idi..
Bu acı haberi nasıl teyid etmeli, ettirmeli idim?
Ama nasıl, kime, hangi ses tonu ile ne soraydım?
Bir an içimden Nadire’yi arayıp, ‘yahu senin için (....) diyorlar doğrumu?’ diye sorasım gelsede, ‘manyakmısın, saçmalama, soracağın kişi zaten (.....) diyorlar?’ diyerek vaz geçip toparlanmaya çalıştım..
Telefonumda, Nadire’nin en yakın dostlarından güzel insan Akife’nin dışında hemen herkesin tel numarası vardı..
Aradığım, ulaşabildiğim yakın arkadaşlardan bazıları tel çalsa da işte vb olduklarından çıkamadılar, bazıları ise ‘tekrar dönmek’ üzere diyerek telefonu kapatıp kısa bir süre sonra ‘şok’ olmuşçasına ‘olamaz’ cinsinden yorumlar yaparak, üzüntüleri ses tonlarına yansımıştı.
Sonuçta ‘acı haber’ çabuk teyid edildi;
Dersim yürekli, Munzur bakışlı, bahar yüzlü sevgili Nadire YOSLUN bizi bırakıp gitmişti..
Değerli arkadaşımız, Dersim Araştırmaları Merkezi (DAM) yöneticisi ve Dersim Gazetesi yayın kurulu üyesi, yazarı ve halkın sanatçısı Ferhat TUNÇ’un sevgili Nadire’si hakka yürümüştü..
• * * *
Kutsal coğrafya Dersim’in çok uzağında Nadire’nin yaşadığı kentin insanları bu ‘inanılmaz’ durum karşısında feryatlar ediyorlardı..
Genci, yaşlısı, kadın arkadaşları ve yoldaşları Cem evine sığmıyorlardı..
Çevre kentlerden, Almanya ve Avrupadan bir kişi akın akın Cemevine geliyordu..
Çiçek Ana, gözyaşları Munzur olup akan ‘gözeler’ olmuşçasına Kürtçe ağıtlar yakıyordu...
Hüseyin baba zaten sağlık sorunlarının yanı sıra yaşamış olduğu acı ile adeta kendi rahatsızlığı unutmuşçasına feryad ediyordu..
Ve herkes aynı duygu ve acı ile Nadire gibi bakıyordu sanki birbirine..
Koca koca İnsanlar birbirlerine sarıldıklarında çığlıklar içinde hüngür hüngür çocukça ağlıyorlardı..
Munzur bakışlı kadın Nadire yoktu artık..
Evinde geçirdiği kalp krizi sonucu genç yaşta hayata, sevenlerine, dostlarına ve bu gri, soğuk ve ıslak gökyüzlü gurbete, dünya’ya veda etmişti..
Ferhat Tunç’un da Almanya’ya gelmesi ile ‘Nadire’nin çok sevdiği kutsal topraklara Dersim’e döneceği ve orada tprağa sırlanacağı’ kesinleşmiş idi.
Gerek hafta sonu olması ve gerekse prosedür gereği naaşına savcılık tarafından el konulduğundan ‘işlemler’ haftaya sarkmıştı..
Cemevi dolup taşmaya devam ediyor, Çiçek Ana başta olmak üzere Nadire’nin kardeşleri ağıtları vede feryadları ile dışarda yağan yağmurla adeta yarış ediyordu..
Ferhat, soğuk kanlı olmaya, metanetli durmaya çalışsada kendi içine akıttığı gözyaşlarını gizleyemiyordu yada sürekli yanında olup dikkatlice izlediğimden belkide bana öyle geliyordu..
Nede olsa, “Canımın yarısı, Hayatımın En Güzle Bacısını Kaybettim!’’ diyordu derin içler çekerek çünkü..
Ve şairin dediği mısralar düştü aklıma; Özgürlüğün geldiği gün, o gün ölmek yasak!
Hatta bulunduğumuz Cemevinde iki ayrı cenaze erkanı vardı. Kendi acısı, gelenler-gidenler i&cc