Almanya’da 4 partili Jamaika Koalisyonu görüşmelerinden Hür Demokrat Partisi’nin (FDP) geri çekilmesi ile 8 hafta süren müzakereler 20 Kasım’da sona erdi.
Almanya’da 4 partili Jamaika Koalisyonu görüşmelerinden Hür Demokrat Partisi’nin (FDP) geri çekilmesi ile 8 hafta süren müzakereler 20 Kasım’da sona erdi. FDP’nin çekilmesiyle, Birlik Partileri CDU/CSU’nun önünde alternatif olarak Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile büyük koalisyon ya da azınlık hükümeti seçenekleri kaldı.
Seçimden hemen sonra SPD Lideri Martin Schulz, Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) ile koalisyon kurmayacaklarını, muhalefette kalacaklarını söylemişti. Schulz geçen cuma günü yaptığı açıklamada partisinin muhaletette kalacağı açıklamasına rağmen, CDU ile hükümeti kurma görüşmelerini başlatacağını söyledi. Bakalım Perşembe günü Berlin Bellevue Sarayı’nda başlayan görüşmeler ne sonuç verecek? SPD Lideri Martin Schulz’un 24 Eylül’deki Federal Parlamentosu seçiminde aldığı yüzde 20.5’lik oy tarihi fiyasko olarak tanımlanmış ve istifa etmesi gündeme gelmişti.
Merkel’in zor günleri
Bu başarısızlığı yönetmek tabii ki Almanya Federal Başbakanı Angela Merkel’in görevi. Şimdilik liderliği tehdit altında değil ama liderlik profilinin büyük bir hasar alacağı kesin. Hatırlarsanız SPD’nin büyük koalisyona karşı çıkmasıyla Merkel, Jamaika Koalisyonu ile durumu kurtarıp, liderliğini ilan edecekti. Bu seçenek sona erdikten sonra büyük koalisyondan başka bir seçeneği yok gibi görünüyor. Çünkü, alternatif olarak azınlık hükümeti veya yeni bir seçime sıcak bakmıyor. Yeni bir seçim rakiplerinin oyunu arttıracak. Anketlere göre, Jamaika Koalisyonu görüşmelerinde yer alan Yeşiller Partisi oy oranını yüzde 8.9’dan yüzde 11’e yükseltmiş.
Sağ popülist AfD’nin ise yeni bir seçimden faydalanıp faydalanmayacağı ise belirsiz. Çünkü AfD’nin seçim başarısı mülteci politikası, İslam konusu, terörizm ya da halkın bu konulara odaklanıp, odaklanmadığıyla bağlantılıdır.
Göçmen akışının olduğu olduğu dönemde “Göçmen krizi” söyleminin ne kadar boş bir tartışma olduğunu söylemiştik. Bugünlerde ise “Seçim krizi” söylemi yayılmakta.
Bu sefer de bir kriz değil, aktörlerin bireysel pozisyonlarını istedikleri noktaya ulaştırana kadar seçimi kullanma durumu var. SPD’nin eski Meclis Grup Başkanı Thomas Oppermann’ın “SPD en az yüzde 23’lük oy alsaydı CDU ile büyük koalisyon görüşmeleri için masaya otururdu” demesi bu düşüncemizi doğruluyor. Bu söylem bile SPD’nin muhalif olma arzusunu, parti prensiplerine göre değil, sadece güç olma hesabına dayandırdığını gösteriyor. Hükümetin kurulmamasının nedeni de partisel çıkarlara dayalı.
FDP’nin “Yönetmemek, yanlış yönetmekten iyidir” sloganı boş bir söylemden öteye gitmiyor.
Bilindiği gibi Almanya’da ne zaman bir tıkanıklık olsa, hemen “Kriz var” söylemi yayılır. Bu da Almanya’da siyasetin gün gittikçe şeffaflığını yitirmesiyle doğrudan bağlantılıdır. 22 Kasım’daki Federal Parlamentosu oturumunda hükümetin, Irak ve Mali’de savaşa yönelik politikalarına ilişkin Sol Parti dışında diğer partilerden eleştiri gelmedi. Yeni parlamento, hükümetin bu yönlü uygulamalarına onay verdi. Aralık’ta 30 Nisan 2018’e uzatılması, resmiyet kazanacak. Şimdi akıllara şu geliyor:CDU’nun tüm talepleri kabul edilerek ve kendi ilkelerinden vazgeçilerek sağlıklı bir hükümet kurulabilir mi?
Çok kültürlü, hoşgörülü bir ülke perspektifi olabilirdi
Halbuki Jamaika denildiğinde çok kültürlü, çok renkli ve güneşli bir ülke geliyor insanın aklına. Jamaika Koalisyonu ile töleranslı, çok kültürlü ve hoşgörüye açık bir hükümet göreve başlayabilirdi.
Ancak bireysel ve partisel yüksek egolar ön plana çıktı. İlkeler rahatlıkla feshedildi. Yoksa Yeşiller Partisi’nin, koalisyon görüşmelerinde Hristiyan Sosyal Birlik’in (CSU), 200 binlik göçmen kotasını kabul etmesi nasıl açıklanabilir?
Uzun yıllardır koalisyon kurma hedeflenirken, parti prensipleri müzakere sürecinde iktidar partinin ilkelerine göre düzenleniyor.
Son olarak seçim öncesi CDU/CSU ve SPD koalisyon hükümetinde bu erezyonu ve yarattığı sonucu izlemiştik. İşte bu ilkelerde aşınma ve bunun yarattığı siyasi anlayış devam ettikçe vatandaşların yönlenme ve odaklanma sorunları artıyor. Halka siyasette alternatifsizliği bu şekilde göstermek, parlamenter demokrasinin temel ilkesi olan görüş çoğulculuğuna alan bırakmamaktadır.
Sonuçta partilerin, toplumsal grupların fikirlerini ve çıkarlarını temsil ettiği söyleniyor. Mecliste de halkın değişik talep ve düşüncelerini savunmak ve temsil etmek gerekiyor.
Bu fikir ayrışması ve bunun temsili, 19.yüzyılda burjuvazi ve proleterya arasındaki sınıf mücadelesiyle gelişti. Sağ sol arasında bu çelişkili durum, meclislerde oturma yerlerinde bile kendini gösterir. Biri meclisin bir ucunda, diğeri de bir ucunda yer alarak fikirlerinin ayrıştığını fiili olarak sergiler. Koalisyon için taktiksel yaklaşımlar olsa da farklar ve prensipler temsil edilir. Bunun aksi duruşu, seçmenin gözünde partinin bitmesidir, siyasi arenada kaybolmadır.
2000’li yılların başından bu yana, büyüklüğüne bakılmaksızın başlayan erozyon gün geçtikçe büyüyor ve halkta “Hepsi aynı” fikrini oluşturuyor. Halkın bu düşüncesi protesto oylarında kendisini hissettiriyor.
AB ile gelişen küreselleşme, siyasi kararların meclis dışında ve AB komitelerinde alınmasını birlikte getirdi. Farklı ekonomik yapılar hakim olmaya başladı. Ekonominin gücü ve lobi örgütlerinin gücü alternatifsizliği yarattı ve siyasi mekanizmayı çökertti.
Sosyal demokrasi çöktü
Bu realiteyle en acı şekliyle Sosyal Demokratlar karşılaştı. Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, hatta İngiltere gibi ülkelerdeki sosyal demokrat partiler önemini yitirdi. Almanya’da SPD, gün geçtikçe eriyor. Diğer yandan Jamaika Koalisyonu’nda FDP geri çekilmeseydi partiler varoluşlarının gereği olan ilkelerini feshetmiş olacaktı. FDP ise geri çekilmekle bir prestij kazanmak istedi ancak anlık refleksi halkta endişelenmeye neden oldu.
Kriz var ama nasıl?
Sağcı, muhafazakar ve milliyetçilerin başarılı olması şaşırtıcı değildir. Çünkü sadece kendi örgütlerinde otoriter davranmakla kalmaz aynı zamanda muhakeme yerine baskıya dayalı bir düzeni vaaz ederler. Onların ‘alternatifi’ geriye dönük ve sağa eğimli, ancak görünüşe göre basit çözümler sunuyor ve bunları uygulamak için demogoji yapıp bir günah keçisi ajitasyonu kullanıyor.
Ancak solda ise dengelenmesi gereken birçok farklı görüş var. Başarılı bir çözüm arayışı genelde halen belirsizdir; bu halk desteğini azaltır ancak yine de dışlayıcı, ayrımcı, kozmopolit, insani yanları olmayan bir geleceğe yönelmek yerine istikrarlı bir strateji ve bu stratejiye uygun taktiklerin ortaya konulması şarttır. Eğer Almanya’da bir krizden bahsedilmek gerekiyorsa basit demagojiye sığınıp hedef şaşırtmaktansa, krizi doğru tahlil etmek gerekir.
Almanya’da gerçek kriz, devletin tek parti, tek fikir siyasetinde hızla ilerlemesidir. CDU, AB’de sorunsuz iktidar rolünü oynayabilmek için iç siyaseti neredeyse yok ediyor.
Ekonomik hegomanyanın durdurulması için muhalefetin kalıcı tepki koymaması ve siyasi şeffaflığın yok olması ciddi bir siyasi krizdir. Sonuç itibariyle Weimar Cumhuriyeti’nin zor günlerine dönüş çoktan başlamıştır. Almanya’da krizin var olduğunu kabul etmek gerekir ama gerçekliğinden koparılarak ileri sürülen söylemler, sadece halk içinde paranoya yayılmasının ötesine gitmez.