Kadın, çocuk ve yaşlılar olarak çekildik meşe yapraklarının altına. Kar tutan, bulutu başına bağlayan ama öfke tutmayan dağların insafına sığındık. Dağların eteğinden tutunmuş biz 'zavallıları' ne ziyaretler, ne de dağlar kurtardı. Tanrısı terk etmiş kullar olarak, çocuklarımızın ölüsünü gözyaşlarımızla yıkadık…
*
Kaçarken geride bıraktıkları ölülerden öğrendik. Alınlarını taşıyan kaşlarıyla aynen bize benziyorlardı. Yüzleri vardı, anneleri tarafından öpülmüş çocuk yüzleri... El, ayak parmak sayılarımız birbirinin aynıydı. Bazılarının parmaklarında yüzükleri vardı. Geri dönmezlerse ardından ağlayacak sevgilileri olduğunu tam orada anladık ve yüzlerini gün doğumuna çevirerek, ölülerimiz gibi, onları o yüzükleriyle gömdük...
Bir farkımız vardı onlardan. Bizim parmaklarımız hayata ,onların parmakları bir emirle tetiğe uzanıyordu. Damarlarında dolaşan kan bizim damarlarımızdan akanla aynı renkteydi. Bir anne sütüyle büyütmüştü onları, bizi büyüten anneler gibi bembeyaz. Ama devlet ölüme yolluyordu onları. Orada kendi kardeşlerimizi gömer gibi acıyla gömdük onları.
Perşembenin boynu akşama eğilip, karanlık dünyamıza egemen olurken, mezarları gören pencerelerimize bütün ölmüş ve öldürülmüşler için de bir mum yaktık. Acı bizi, biz insanlığımızı hiç terk etmedik.
Kuşların yurdu gökyüzüydü üstümüzde ve gece yerini yıldızlara bırakırdı. Işıkla kuşlar arsında bir ilişki vardı mutlaka, anne ile oğul arasında olduğu gibi doğal bir ilişki... Ama insanla toprak arasındaki ilişki neden ölümdü ve neden ölüm çok karanlıktı, Tanrım?..
İndirilmiş bütün kitapların satır aralarında mezarlar varken ve biz onların tersine yüzümüzü ışığa dönmüş, ateşi hiç söndürmemişken, bedenlerimizi ruhumuz gibi kötülükten arındıran nefisken, neden kimse imdat çığlığımızı duymadı ve neden sesimiz ateş değil, kül olup döküldü? Ya Düzgün Baba, ya Munzur Baba, ya Sultan Xıdır, neden bizi kendi yurdumuzda terk ettiniz. Bir başka yurdu istilaya mı gittik, bir başak diyarı esir tutup, kılıçtan mı geçirdik? Neden?...
Hayat bir gömlekti üstümüzde, canımızdan dokunmuş ipekten bir kumaştı hayat. Oğullarımızın acısıyla soyunduk ölüm ölüm çıplak kaldık, kızlarımızın kendini suya atmasıyla yıkadık ağıtları, çıt çıkmasın diye emdikleri memeye başları bastırılarak boğuldu bebelerimiz…
Şarkılarımızın gözyaşlarından yapılmış olması bundandır…
Susun!..
Çıt çıkmasın!..
Kalbinizi durdurun, nefes alışınızı, ölüm duyar! Susun!..
Xade sana sığınmıştık, dağına, taşına…Niye?... Bilirim, sana karşı nefreti büyütürsem ot bitmez çöl olur yüreğim. Annelerin sütü geçiyor önümüze. Bilirim, mevsim değişecek ve sen bir çiçeğe yeniden hayat verirken oğul ve kızlarımızın bedeninden kurşunu alıp, onlara yeniden hayat veremeyeceksin… Bu kimin acısıdır bize giydirdin, bu kimin şivanıdır ki getirip kapımıza döktün?..
Derdimdir, yaktı beni, görmedin, duymadın. Bilmem nedendir bizden yüz çevirdin. Senin indiğin yerden çıksam katına, figanım hiç bir kuşu ürkütmeden dalından, sadece senin duyacağın biçimde, bir dua fısıltısıyla, söyle! yolunda yalın ayak yürüdüğüm; Bu nasıl bir Kerbela?... Yalvarırım, beni dilsiz bırakma!...
Seyid döndü ve dedi ki, 'Eyvah! Artık otlar, çiçekler de aleyhimde şahitlik ediyorlar. Çocuğunu dişiyle taşıyan ana, benden teslim olmamı bekleme. Kurtulacağınızı bilsem, o an yıkanır, bembeyaz bir kefen giyip öyle gider veririm hesabımı ulu divana… Değil!.. Dünya artık nimet değil, eziyettir bana. Biliyorum, akıbetim ip olacak ben zavallı Rızo’ya…'
38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…
Ey tanrı!..
Bizi dağların kavmi olarak verdiysen yeryüzüne,
neden dağların da senin gibi yüz çevirdiler bize?..
ozturkfadil@artigercek.net