(Mehmet Toruş ve Bülent Uluer’in anısına...)
Devrimci arkadaşlıklar, daha hiç kimse uyanmamış, işlerine gitmek için otobüs ve dolmuşlara doluşmadan önce, sokaklarında sabah serinliğinin dolaştığı bir kente gitmek gibidir. Üstünüzdeki yol yorgunluğunu atmak için en yakın çay ocağında oturup, paketinizden bir dal çıkarıp dudağınıza götürerek yaktığınız sigara eşliğinde demli bir çayı yudumlamak gibidir. O anın sizi asla terk etmemesi, gittiğiniz her yere sizinle beraber gelmesine benzer.
Ama zaman acımasızdır, siz oranın orada hep var olduğunu sanırsınız. Bir arkadaşınız olmadık zamanda dünyasını değiştirdiğinde o kent, kentin o serin sabahı yıkılır gider. Sigara söner küllükte, an bir fotoğraf gibi hemen solar orada. İçiniz bir harabeye döner de, sizden başka kimse bilmez.
Bu nedenle benim bütün arkadaşlıklarım sabahın bana eşlik eden ilk saatleri gibidir. Tercihen bulduğum ve asla kaybetmek istemediğim halde, kaybettiğim sabahlarımdır onlar. Asla akşam inmez onların üstüne. Zamandan geriye gidilmediği için de onların başucunda öylece bekler buluyorum kendimi. Ne dili var öylesi anların, ne de çekilecek bir fiili…Görünen o ki, biz yaşadıkça Tanrı denen şey bize bütün sevdiklerimizin ölümünü tattıracak. 22 Temmuzda Mehmet Toruş’u, ondan tam bir ay sonra, 22 Ağustos’ta da Bülent Uluer’i kaybettik. Siz buna, daha hiç kimsenin uyanmadığı, çöpçülerin az önce temizleyip, terk ettikleri iki ayrı şehre sabah erken girişimi kaybettiğime sayın. Ne yazık ki, yaşarken hayattan sadece gün alınmıyor, o günlerin beraberinde getirdiği zulüm, kahır ve ölüm de alınıyor...
***
12 Mart sonrası, Herkesin kendini geçmiş hareketler üzerinden THKP-C’li, THKO’lu, TİKKO’lu olarak isimlendirdiği 75’ler olmalıydı. Zamana damgasını vuracak hareketlerin embriyon hali diyelim o zamanlara. Devrimci Gençlik dergisinin çıktığı ilk zamanlar. Elazığ’dan İstanbul’a gitmiştim. Niğde Öğrenci Yurdu’nda gecelemiş, Kadırga Öğrenci Yurdu’nda bir sonraki gün yapılacak mitingin pankart ve dövizlerini hazırlama zamanına denk gelmiştim. Saraçhane’den başlayan miting, Aksaray’dan geçerek Beyazıt Meydanı’na, oradan da Sultanahmet’e doğru bir güzergâh izleyecekti, öyle de oldu. Bir fotoğraf var hafızamda. Canlı, yerinde durmayan siyah-beyaz bir fotoğraf. Aksaray’dan Beyazıt’a on binlerle yürüyoruz. Yürüyüşün sağında ve solunda koruma işi yapan maskeli arkadaşlar, önümüzde bom boş kalan caddeye dev harflerle slogan yazan arkadaşlar ve slogan atarak akan on binler. Bülent önde, sanki on binlerin gövdesi olmuş gibi konuşuyor. Sloganlar yeri göğü inletiyordu. Öylesi günlerde tanışmıştık Bülent Uluer’le. Merhabamız o günlerden geldi bugünlere...
Devrimci Gençlik Federasyonu kuruluş çalışmalarında çeşitli illerden gelen arkadaşlarla Ankara Siyasal’ da buluşmuştuk bir seferinde ve Siyasal’ı polis basmış, toplantıyı yapamamış, okulun arka duvarlarından atlayarak Ankara’ya karışmıştık. Sonrasında Dev Genç kurulmuş, gençliğin eylemi merkezileşmişti. 78’lere geldiğimizde Devrimci Yol Bildirgesinin çıkışıyla bir ayrılık yaşamış, yollarımız ayrılmıştı. Araya 12 Eylül, işkenceler ve on yıllık mahpusluk girmiş, her birimiz bir yana savrulmuştuk.
1994 yılı olmalıydı. İstanbul Avcılar’da HADEP faaliyeti içindeyken, yıllar sonra orada Bülent Uluer’le karşılaşmış, aradan geçen zamanı birbirimize özetleyerek devam etmiştik kaldığımız yerden. O seçim döneminde HADEP İstanbul adayı olarak bölgemizde beraber faaliyet yürütmüştük. Sonrasında Beyoğlu’nda olan birçok eylemde ve etkinlikte buluşur, kurulan masalarda yaşayarak paylaşmanın kadehini kaldırırdık. Arkadaşlık insanın kendi uzvu gibidir ağrımadığı, hastalanmadığı sürece seninle gelen bir parçan gibi onunla yaşarsın. Bu nedenle Bülent’in hastaneye kaldırıldığını, yoğun bakımda olduğunu duyduğumda kanadım olan kolum kırıldı sanmıştım. Görünen o ki, biz yaşadıkça daha çok kanadımız olan kolumuz kırılacak.
***
Arkadaşlık beraber büyüyüp, beraber yaşlanmakla olmuyor sadece. Hayat denen bu kavganın içinde sizi buluşturan, aynı saflarda yer aldıran nedenler de sizi arkadaş, yoldaş kılıyor. Buluşmanın, arkadaş olmanın o noktasına kolay gelmemiş insanlar arkadaş olunca kardeşten de öte duygularla bir birlerini kaygı eder, bir birlerinin hayatlarına ilgili olurlar. Mehmet Toruş’la tanışmamız, Avcılar HADEP sürecine denk gelir. O, insanların sokaklarda, caddelerde insanların gözleri önünde karga tulumla araçlara bindirerek kaybedildiği, faili meçhul cinayetlerin işlendiği döneme denk gelir.Mehmet Toruş, uzun boyu kadar gülümsemesi de uzun boyluydu. Düzenle kavgası dışında hiç bir arkadaşıyla kavgalı değildi. Serin bir ruh halinden yapılmış bir arkadaşımızdı. İstanbul depreminde, Avcılar’da göçük altında kalmış Şenol arkadaşımızı kurtararak ona yeni bir hayat kazandıracak kadar da ısrarlı yaşayıp geldi.
Bir diğer adı da Matbaacı Memo’ydu. Avcılar Belediyesinin karşısındaki o daracık pasajda Matbaacılık yapıp geldi. Hayatında, hayatımızda birçok değişime rağmen, onun matbaasıyla ilişkisi hiç değişmedi. Onun matbaada, matbaanın onda bulduğu bir şey vardı sanki... Memo, Bülent gibi yoğun bakıma bir düşüşle vedalaşmadı bizimle. Hayat arkadaşı Nursen hanımın da büyük çabaları sayesinde kefeni yırtıp evine döndü. Yüreğimiz ağzımızda günler yaşadık onunla. Tam ‘bu iş tamam, Memo kurtuldu’ dediğimiz anda, Bülent Uluer’den bir ay önce, tıpkı Bülent gibi yokluğuyla bizi baş başa bırakıp, göçüp gitti yıldızına. Bir şiirimde ‘Önemli olan bir adımızın olması değil, giydiğimizde bize yakışan bir hayatımızın olmasıdır’ demiştim. Hayatları onlara, onlar hayatlarına yakıştılar...
***
KİM BİLİR
şimdi kim bilir nerelerdesin
nerenin göğünde bulut, bulutunda yağmursun
kim giyiyor seni sabah, kim çıkarıyor seni akşama
sen kime ağlıyorsun, kim seni siliyor avuçlarıyla
şimdi hangi ülkede, kim vuruyor seni, kim bilir...
*
hangi kentin caddesinde seni çalıyor sirenler
hangi sokağı sarıyorlar, halk akmasın diye
gerçek olan sen misin, yokluğun mudur yoksa
şimdi hangi dudaktan bir söz olarak doğdun
hangi sözle düştün bir diğer dudağa, kim bilir...
*
ağaçta yaprak, seste yankı, yıldıza yol musun
yoksa insanda hayat, hayatta zarfa yazılmış bir adres
o adrese ulaşan mektup, mektupta el yazısı mısın
şimdi kim okuyor seni bir kalbin arka sokaklarına
yokluğunu adresi sayan kaç kişi var, kim bilir...
*
kim bilir şimdi dünyanın caddelerinde nasıl kalabalıksındır
gece akıp gitmiştir üstünde gölgeleri hatıra bırakarak
bu saatte mutlaka bir yerde gün sökmüş, saat dikmişsindir
şimdi solungaçlarında hava kabarcıklarıyla hangi sulardasın
hangi uzun yolları aşıp, hangi göle karışmışsın, kim bilir
...
ozturkfadil@artigercek.net