Kuşlar inip kalkıyor dallardan. Kandıramıyorum kendimi. Dönüp ‘biri eksik’ diyorum kendime. Bunu bir dal biliyor, bir de ben. Dal beni, ben de dalı kırmadan devam ediyoruz hayata..


Artı Gerçek Gazetesi tarafından, bana haftada bir yazmam için ayrılan bu köşede, bu hafta altında yazı olmaksızın, sadece bu başlığı yayınlamak isterdim. Bu bir slogan değildir. Hayattan süzerek beraber bu güne getirdiğim, denenmiş, sınanmış kendi gerçeğimdir.

Böyle kısa ve tek cümle... Akıl vermeyen, insanın vicdanında şiir gibi kendince yolculuk eden bir cümle... Kimseyi kötülemeyen, kimseyi kahraman yapmayan, su damlasında gizlenmiş hayat gibi, sadece bu tek satırı yazmak isterdim ve görsel hiç bir malzeme kullanmadan...

Büyük şehrin kalabalığına rağmen, etrafına dikkat etmeden, derdine dalarak yürüyen bir adımın dudaklarından kalabalığın içine düşmüş bir sayıklama gibi... Varsın duyanlar ‘bu adam kafayı yemiş’ desinler. Bu haftaki yazım tek satırlık ‘Ölüm mülk edinilmez, aslolan hayattır’ olsun isterdim...

Çünkü, altını dolduracağım her satır okuyanı cahil kılıp, akıl veren satırlar olacaktır. Ben bu edebi şiirde öğrendim. Yazıp yayınladığında o şiiri, gidip ihtiyacı olanı bulması ve onunla yaşaması gibi mülksüz. Bu söz gidip bulur mu esas muhataplarını, hayır. Onları benim gibi dert edenleri bulur belki...

İnsan, var olmak, ama adil ve eşit bir dünya içinde iyi yaşamak için geleceğini tasarlar. Bütün devrim talepleri, zalim iktidarları alaşağı etmek isteyen muhalefet hareketlerinin temel istemidir hayat. Bütün bu çabalar içinde, hiç tasarlamasak bile, yine de gelip bulmaz mı bizi ölüm? Bulur elbet, ölüm de tıpkı hayat gibi bir gerçeğimizdir. Yeri zamanı gelince ona da ‘hoş geldin’ denir, denmiştir de. Bugün her birimiz, bir yerde, bir biçimde zulme boyun eğmeyip direniyorsak eğer, bunda ölüme ‘hoş geldin’ diyenlerin payı az değildir. Bolivya’da vurulan Che, Şili’de Cumhurbaşkanlığı sarayında cuntaya teslim olmayan ve direnerek düşen Allende, Kongo’da Lumumba bunlardan bir kaçıdır sadece. Tek tek yazsak alt alta, dünyanın defterinden taşacak kadar çoktur, o yeri geldiğinde ölmeyi bilenler...

Daha uzun mücadele için, hayatın çok çeşitliliğinde kendince yol almak ve sebep/sonuç ilişkilerini kendin üzerinden geçirerek yürümek içindir hayat. Bin yılda bir gelip bulsa bile bizi, o ağız dolusu kahkaha içindin hayat. Yaralansan bile, yaranın kabuk bağlamasının, o sağalmanın bedeninde bıraktığı anıyı taşımak içindir hayat. Senden sonraki çocuklara, çocuklarına, arkadaş ve yoldaşlarına tecrübe edilmesi, içindir hayat. Öğrenilerek tecrübe edilip, değiştiren, dönüştüren yaşanmışlıklar içindir hayat...

75’lerde Elazığ’da EDKD adındaki dernekte tanışmış, aynı gelecek hayalinde yer almıştık. Hepimizden genç ve hepimizden esprili bakıyordu hayata. Annesi ölmüştü. Nenesi, kız kardeşi ve emlakçılık yapan babasıyla yaşıyordu. Hem okuluna gider derslerini aksatmazdı, hem geri kalan zamanını dernekte geçirerek yol alırdı hayatında, hayatımızda. Bulutların asla kapatamadığı güneşli gülen bir yüzü vardı Haydar’ın, Haydar Başbağ’ın. Ben onu, espriyle beslediği, gülen neşeli haliyle hatırlarım.

Elazığ Atatürk Lisesi’nin önüne, okulun dağılma saatlerinde Gâvur Ali’yle onu okuldan almak için az gitmemişizdir. Bir dalaşmayı önlemek için sıkılan bir kaç el silahın ardında Fevzi Çakmak Mahallesi’ne doğru koşarken bile yorulmaktan çok Haydar’ın esprilerinden koşamaz hale gelirdik. O benim ve eminim onunla o günleri yaşamış bütün arkadaşlarımızın yüzünde gülümsemenin hiç batmadığı, kalbinde adil bir dünya ateşinin hiç sönmediği bir arkadaşımızdı.

EDKD kapanınca, bir yerimiz olsun diye, 2. Harput Caddesi’nin başında, bir binanın 4. katında bir tabelacı dükkânı açtım. O tek gözlü kartal yuvasında buzdolabı kutuları üzerinde az sabahlamamıştık Haydar’la. Derdimiz tabelacılık yapmak değildi elbet, ama ekmeğini de yedik o dükkânın. Demlediğimiz çayların demi gibi koyu olurdu sohbetlerimiz. Şehir gürültüsü ve araç kornaları arasında uyurduk Otel Akar’ın bitişiğindeki daracık binanın 4. katında. Sabah her zaman yanı başımızdaydı.

Elazığ Adliyesi’nde bir faşist saldırıyı püskürtürlerken Haydar ve Mehmet Can yakalanmışlardı. Ankara dönüşü görüşlerine gitmiştim. Bir kaç mahkeme sonrası Haydar’ı salmış, Mehmet’i de Sinop’a sürmüşlerdi. Mehmet Can sayesinde Sinop’u da görmüş oldum o yıllarda...

Devrimci Gençlik döneminden sonra yollarımız ayrıldı. Ben, Devrimci Yol‘ da kalırken, Haydar Dev Sol’dan yana tercihini kullandı. O ayrılıktan sonra bir daha hiç karşılaşmadık. Ben, 17 Haziran 1984’te Elazığ 2 Nolu Askeri Cezaevi’nde yatarken Haydar’ın Ölüm orucunun 66 gününde hayatını kaybettiğini gazetelerden öğrenmiştim. Her öğrenmek mutlu etmez insanı. Bu öyle bir öğrenmekti. Elimde, elimizde anısı ve hayalleri kalmıştı sadece.

Cezaevinden çıktıktan sonra Elazığ’a uğradığımda Haydar’ın kız kardeşini sormuş, evlendiğini öğrenmiş, arkadaşlarımın yardımı ile eniştesini bulmuş görüşmüştüm. Aramızda dolaşıyordu hayatımızda, yine Haydar’dı bizi orada bir araya getiren.

Elbette Haydar herhangi biri değildi, kendi hayatı hakkında karar verecek biriydi. Onun kendi hayatı hakkındaki kararına sonuna kadar saygılı olacağım. Ama o günden, bugüne içimde hiç uyumayan bir sızı var, dindiremiyorum. Yaşasaydı diyorum kendime. Böyle anlarda ıssız oluyorum. Kocaman bir kalabalığın içinde olsam bile haber alınamıyor benden. Kuşlar inip kalkıyor dallardan. Kandıramıyorum kendimi. Dönüp ‘biri eksik’ diyorum kendime. Bunu bir dal biliyor, bir de ben. Dal beni, ben de dalı kırmadan devam ediyoruz hayata...

Her şeye rağmen aslolan hayattır…

...
Fadıl Öztürk
ozturkfadil@artigercek.net