O, hep özlemini duydukları kutsal ülke toprakları, onları bir ana sevgisiyle kucağına alarak sarıp sarmaladı. Toprakla tanışıklıkları daha kundaktayken başlamamış mıydı?
Gittiler vedasız,
Zin’e giden Mem gibi,
bir düğüne gider gibi gittiler…
Sıcak gülüşlerinin gölgesinde
bize Özgür Kürdistan özlemi
ve dev bir miras bırakarak gittiler…
Büyük trajediler yaşamış bir halkız. Ölüm ve zulüm bir karabasan gibi çökmüş hep üstümüze. Doğduğumuz topraklarda çocukluğumuzu bile yaşayamamış bir çoğumuz. Payımıza düşen ayrılıklarda, her veda tarifi imkânsız özlemlere çelikten bir kapı aralamış birbirine benzeyen öykülerimizde. Uzak diyarlara uzanan hikâyelerimizde, cüzzamlı bir hastadan kaçar gibi kaçıyoruz o yüzden vedalaşmaktan...
Onlar da, güneşli bir bahar günü vedasız gitti bu nedenle. Gidişlerini çok sonradan duyduk ve bir kaç ay geçmeden daha, yüreğimize bir ateş topu gibi düştüler. O, hep özlemini duydukları kutsal ülke toprakları, onları bir ana sevgisiyle kucağına alarak sarıp sarmaladı. Toprakla tanışıklıkları daha kundaktayken başlamamış mıydı? Onların toprakla buluşmasının üzerinden hüznünü yeşile sarmış, etrafını çiçeklerle oyalamış ve öfkesini dağ yağmurlarıyla büyütmüş bir bahar geçti. Her zaman yüreğimizdeler elbette ve yüce bir dağın kucağında, üstünde devrim çiçekleri yeşeren mezarlarında özlemimizi hissediyorlar mutlaka…
Onlar, içinde yaşadığımız bu kalleş çağın can yakan yangınını çok öncelerden görmüş birer simyacıydı. Bütün yaralarımızı bir dokunuşla iyileştirecek ve bize terli avuçlarında ölümsüzlüğü kutsal bir dağdan kopmuş da gelmiş o mukaddes gülüşleriyle sunacaklardı. Bu nedenle coşkulu, bu nedenle sevinçliydiler… Zin’e giden Mem gibi, bir düğüne gider gibi gitmeleri bundandı. Umutlarını heybelerine doldurup bir gezgin gibi yola düşmeleri ve bir Jüpiter gibi bulutların arasında kaybolmaları ondandı…
İşte bu güzel çocukların, dal budak vermiş ve mavi bir göğe uzanmış o coşkulu sevinçlerine tarihte eşi benzeri görülmemiş bir suikast yapıldı. Onların düşlerini ve umutlarını, öyle böyle değil, yağmur gibi yağdırdıkları bombalarla kana buladılar. Her düşen bomba yüreğimize düştü aslında ve hiç bir zaman sağalmayacak derin bir acı bıraktı içimize. Ve fakat sevinmesin hiç kimse, hiç kimse de karalar bağlamasın. Güçlü bir halkız biz, gücümüzü şehitlerimizden, acılarımızdan, hiç kapanmayacak yaralarımızdan alıyoruz. Zilan’da, Dersim’de, Cizre’de, Sur’da ve Şırnak’da nasıl elele verip kendimiz sardıysak yaralarımızı, yine öyle saracağız. Acılarımızı birlikte sağaltıp, onların o güzel gülüşlerini, bulutsuz bir gökyüzü gibi yaralarımızın üstüne asacağız.
Onları özleyeceğiz de elbette. Belki bu özlem keskin bir jilet gibi kanatacak ruhumuzu, belki işkenceden geçirecek bizi pervasızca akıp giden zaman ve özlemekten burnumuzun direği de sızlayacak, ama merak etmesin hiç kimse, onların düşlerini geleceğe tohum edeceğiz. Her şehit giderken, ardında bir miras bırakır. Onlar da bize keskin bilinçlerini, cesur duruşlarını ve insanın içine bir kurşun gibi işleyen ölümsüz gülüşlerini bıraktı. Onların yaşam dolu gülüşlerinin gölgesinde bize bıraktıkları Özgür Kürdistan özlemini gerçeğe taşıracağız.
Güneş yüzlü, yıldız gözlü çoçuklar! Siz ölmediniz ki...
5 Haziran 2016 günü, Medya Savunma Alanları’nda faşist Türk devletinin hava bombardımanı sonucu şehit düşerek ölümsüzleşen Ruhat Tabak (Çekdar Botan) ve Adil Sünger (Lecwan Munzur) hevallerimizi, şehadetlerinin 1. yıldönümünde saygı, minnet ve özlemle anıyorum. Anıları ve uğruna toprağa düştüğü idealleri, yolumuzu bir meşale gibi aydınlatıyor.