Ne onlar kırmakla vardılar bir ‘mutlu son’a, ne de kırılanların sonunu getirdiler. Her seferinde bir kartopu gibi yuvarlandıkça büyüyen bir insanlık acısı, insafın sınırlarını zorlayarak geliyor bizimle.
Her birimiz kendimizle beraber bir sivil tarih gezdiririz de, bırakın başkasının bunun farkına varmasını, kendimiz bile farkında değilizdir. Evrenin yaşıyla kıyaslandığında, bir göz açıp kapamak kadar olan ömrümüz, içinde yaşadığımız zaman diliminin bütün emarelerini beraber taşıyan bir tarihtir. Yazıyla aktararak geleceğe taşınmasa, kişi dünyasını değiştirdiğinde, yaşanarak damla damla doldurulan bir bardak suyun yere dökülesi, toprağın onu emmesi gibi heba olup gider. Zaman acımasızdır.
O kapkara adam, dünyada değil, Cemal’in sabrında yaşardı…
2004 yazıydı. Piya’yı(*) hep beraber kazasız belasız devretmiş, kendimi de işsiz kılmıştım. Arkadaşlarımın da öneri ve destekleriyle Bodrum Gündoğan’da demir doğrama atölyesi kurmuştum. Cemal’i atölye kurduğum sitenin eksik inşaat işlerini yaparken tanımıştım. Van Özalp’lı bir hemşerisiyle beraber, benim evin alt katında, bitmemiş bir dükkanda kalıyorlardı. Cemal’e tanrı olanca bolluğuyla sabır vermişken, kendisiyle beraber çalışan hemşerisine sabırsızlığı vermişti. Cemal buğday tenli ve beyaz saçlıyken, hemşerisi kapkara ve siyah saçlıydı. O kapkara adam, dünyada değil, Cemal’in sabrında yaşardı…
Her seferinden ben de annemi ve kızımı onun gibi özlüyordum.
Tanrının sabır ve serin sulardan yarattığı Cemal, benden bir on yaş kadar büyüktü. Özalp’taki evinde eşi, çocuğu ve annesiyle yaşıyordu. İnşaat mevsimi açılınca Bodrum’a çalışmaya gelir, bitince geri dönerdi evine. Cemal annesinden ve çocuğundan o kadar içten ve temiz bahsediyordu ki, her seferinden ben de annemi ve kızımı onun gibi özlüyordum.
Yastığıma girmiş Cemal’in parası, ne rüyama, ne de hayatıma girmişti.
Cemal, çalıştığı sürece namazını kılmak için benden evimin anahtarını alır gider, namazını kılar geri gelirdi. Neden başka yerde değil de benim evimde namaz kılıyordu, ne ben sormuştum ona, ne de o bana bir neden söylemişti. Belki de tanrısıyla daha bitmemiş bir dükkânın çeri çöpü içindense, temiz bir evde buluşmak istiyordu. Hiç girmedim Cemal ile tanrısı arasına. Ama o benim Dersim’li bir Alevi olduğumu bile bile evimde namazını kılıyordu. Daha sonraki yıllarda İstanbul’a çalışmaya geldiğinde, araşmış, Mecidiyeköy’de buluşmuş, sohbet etmiştik. İşte o zaman, parasını benim başımı koyup uyuduğum yastığımın içinde sakladığını güle, utana anlatmıştı bana. Yastığıma girmiş Cemal’in parası, ne rüyama, ne de hayatıma girmişti…
Acılarını giyinen insanların içtenliği vardı onun yüzünde…
Beli bükülmüştü Cemal’in. Dünyanın yükünü taşıyor da ondan bükülmüş sanırdınız. Başında biri olsun ya da olmasın, hiç durmadan çalışırdı. Dinlence anları yemek molaları ve namaz vakitleriydi sadece. Bazı akşamlar yemeğini yedikten sonra evime gelir, sessizce ya televizyon izler, ya da yaptığım ev işlerine el atmaya çalışırdı. Çay demlerdim ikimize. Sanki gül taşıyıcısıydı Cemal. Özenli ve hep haddini bilirdi. Hayatı bir keder olarak gören, o kederden çıksa çıplak kalacağını sanan biriydi. Acılarını giyinen insanların içtenliği vardı onun yüzünde…
Bodrum’a göçerek çıkmıştım şarkının yoluna, bilmiyordum…
Annesini özlerken çocuk, oğlunu özlerken baba, rüzgarın uzaklara sürdüğü bir insan ağacının yaprağıydı Cemal. Hakkı olanın dışında başka bir şeyde gözü olmayan kanaatkâr biri, insanın hasıydı. Bodrum Gündoğan Sanayi Sitesi’nde bizi birbirine bağlayan başka bir bağ vardı, ama tanımlayamıyordum. Sanki o benden büyük değil de, ben ondan büyükmüşüm gibi ona kol kanat geriyordum. Cemal’le o kıyı kasabasında tanışmam, sanki bıçakla yarıda kesilmiş bir şarkının devamını yıllar sonra duymak gibi olmuştu. Şarkı mı beni gelip bulmuştu, yoksa ben mi Bodrum’a göçerek çıkmıştım şarkının yoluna, bilmiyordum…
İkimizin hayatında da sevinçler yol yorgunuydu…
Bu iç yakınlıktan dolayı, bir gün Cemal’e aşiretini sormuştum. ‘Biz Hayderan aşiretindeniz’ deyince, ben de hayretle ‘Hayderan aşireti, bizim Dersim aşiretidir’ demiştim. Cemal, orada aşiretinin göç hikayesini anlatmaya başlamıştı bana. O gün orada anlamıştım, insanlar yarasından akarmış birbirine. İkimizin de hayatında da sevinçler yol yorgunuydu…
Üstü başı ‘Bir varmış, bir yokmuş’tu Cemal’in.
Cengizhan’dan, Timur’dan sonra, Osmanlı’nın Kırmızı Paşa’sı Mazgirt’ten Dersim’in içlerine doğru sefere yollanmış. Bu sefer ne ilktir, ne de son. Girdiği yeri, kadın, çocuk demeden yakıp, yıkıyormuş, o Kırmızı Paşa. İşte tam o kıyım zamanı, Hayderanlılar aşireti kırımdan kurtulmak için, göçmüşler Dersim’den. Gide döküle Batı İran’a kadar gitmiş ve oraya yerleşmişler. Yurdundan bir zulümle göçenlerin yüzüne gün bir daha gülmezmiş. Bir zaman orada yerleşmeye çalışan Hayderanlar, gerek İran Devleti’nin, gerekse yerel baskı ve tacizlere ‘illallah’ edip, aşireti toplayarak tekrar Türkiye’ye, Türkiye’den de Van’ın Özalp ilçesine göçmüşler. O günden sonra aşiretin bütün çocukları o göçlerin hikayeleriyle büyümüşler. Cemal o gün, o hikâyeden çıkıp gelmişti karşıma. Üstü başı ‘Bir varmış, bir yokmuş’tu Cemal’in.
Ru sipi Hayderanlar Özalp’ta insanlıkta birer kalemlermiş…
Dersim’den göçerken Alevi olan aşiret, zamanla Sünni olmalarını da beraberinde getirmiş. Özalp’a yerleşen aşiret, ‘Ru sipi’ yani beyaz yüzlü, ya da temiz yüzlü insanlar olarak anılmaya başlamışlar. Başka Özalplılardan da duyduğum kadarıyla, Ru sipi’lerin yaşadığı köy ve köyler dürüstlüklerinden dolayı ayrı bir saygı görüyorlarmış.
Cemal’in çocukluğunda, bir amcası bir anlaşmazlık yüzünden, Özalp’ın yerlileri tarafından silahla vuruluyor. Dedesi atlayıp atına, dayanıyor adamların kapısına. Erkekler korkudan kaçıp gitmişler. Cemal’in dedesi, kadın ve çocuklar dışında kimseyi görmemiş karşısında. Kanına kan arayan dede, kadınların araya girmesiyle elini kana bulamadan geri dönmüş evine. Ve o affedilen çocuklar her bayram ve önemli günde gelir Cemal’in dedesini bir evlat gibi ziyaret eder, nasihatlerini alır, evlerine dönerlermiş. ‘Yer damar damar, insan kalem kalem’ derler ya, Ru sipi Hayderanlar Özalp’ta insanlıkta birer kalemlermiş…
‘Kirvem hallarımı aynı böyle yaz’
Hayderanların, Osmanlı’nın Kırmızı Paşasının kırımından kurtulmak için, Dersim’den göçmekle çileleri bitmemiş. Osmanlının yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletin kıyım politikasını Osmanlı’dan bir miras olarak devralarak gelmiş, Ru sipi Hayderanları Van-Özalp’ta bulmuş. Bu sefer Devlet Osmanlı değil, Türkiye Cumhuriyeti’dir, kıyım paşası da Kırmızı Paşa değil, Orgeneral Mustafa Muğlalı’dır. Ve Ahmet Arif’in ‘Kirvem hallarımı aynı böyle yaz‘ dediği Otuz üç kurşun’ şiirinde yazdığı gibi, Mengene Dağı’nda şafak yüzünü gösterirken Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle vurulanların otuz üçü de Ru sipi Hayderanlıdır. Hepsi de anadan, babadan Cemal’in akraba ve yakınlarıdır…
O an acıları kendisiyle beraber bir bardak su gibi dökülmüştür toprağa…
Ölülerin altından yaralı kurtulan biri kişi, o yaralı haliyle İran’a kaçar, orada yıllarca saklanır. Dayanamaz yaşadığı yerden uzakta kalmaya ve ölüm korkusunu da beraberinde alarak, köyüne geri döner. Görünen yaraları sağalmıştır, ama görünmeyen yaraları açıktır hep. Bir emirle üstüne üstüne mermi yağmaktadır hala. Artık o içine çökmüş bir yarım insandır. Devletin kurşunundan yaralı kurtulmuş, ama yaşadıklarından, kurtulamadığı için, ipi atıp boynuna, intihar ederek kurtulur devletin katliamcı şiddetinden. O an acıları kendisiyle beraber düşer toprağa.
Acıyı miras olarak devralmıştı Cemal…
Atölyemde çay demlemiş ve Cemal’i zorunlu bir molaya mecbur bırakmıştım. Çayını yudumlarken elindeki çubukla yere bir şeyler çiziktirerek, gözlerini benden kaçırarak bunları anlatmıştı bana. Belki de göz göze gelmek istememesinin sebebi acısından yakalanmamak içindi. Acıyı miras olarak devralmıştı Cemal…
O su katılmamış, saf ve temiz bir insandı…
Bir bulut olsaydı Cemal, kırk bin kere yağar, kırk bin kere yerin damarlarına sızar, toprakta tohumla buluşup can verir, tekrar buharlaşıp göğe yükselirdi. Cemal bulut değildi. Dağ olsaydı, yüzünde gözleri kaçak bir gerilla olur, her şeyi görür, ama kimseye görünmeden saklanırdı. Cemal dağ değildi. Ağaç olsaydı serin bir gölgesi olur, dallarında yuva kuran kuşlara kucak açardı. Cemal ağaç değildi. O su katılmamış, saf ve temiz bir insandı.
Haritadaki yerine aldırmadan, sabrıyla kendine yol bulandı. Amazonlarda da, Sibirya’nın soğuğunda da, çölün canı çıkmış kumlarında da yaşardı Cemal. Ama vurmadan ve vurulmadan, kırmadan ve kırılmadan doğanın dengesini bozmadan yaşardı.
Cemal şimdi hayatını kullanıyor mu, bilmiyorum….
Nüfusa yazıldığında Cemal, askere alındığında Mehmetçik, annesine evlat, eşine koca, oğluna babaydı. Günlerdir bende olan iki ayrı numarasından da Cemal’i arıyorum. Her aramada, operatör: ‘Aradığınız numara kullanılmamaktadır.’ diyor. Cemal şimdi hayatını kullanıyor mu, kullanmıyor mu, bilmiyorum…
Dönüp bugüne bakıyorum, ne onlar kırmakla vardılar bir ‘mutlu son’a, ne de kırılanların sonunu getirdiler. Her seferinde bir kartopu gibi yuvarlandıkça büyüyen bir insanlık acısı, bir adaletsizlik olarak, insafın sınırlarını zorlayarak geliyor bizimle. Bir gün, bir yerde bitecek bunların hepsi, ama o gün kendiliğinden değil, her birimiz durduğu yerde üstümüze düşeni yaparak gelecek…
…
(*)Piya yayın kolektifi