"Karadır, eladır, mavi ve yeşildir o yüze yakışan. Kızınca insan örste dövülen kor demirdir dil. Sevince kuşların havalandığı insan saçağıdır."
Sadece ağız boşluğumuzda olan bir organın adı değildir dil. Bir annenin sütünden önce çocuğunu beslediği ilk besindir, kalbinin ritmiyle aynı olan.
Doğmakla dünyaya kök saldığımız ömür ağacının meyvesidir. Sevgi onun, şefkat onun, öfke ve hüzün onun meyvesidir. Masallar dilin bir türlü yakılamayan kitaplarıdır, her anlatıldığında anlatıcının iki dudağı arasında yeni baskısı yapılan bir kitaptır dil, harfleri ses olan…
*
Doğmanın bir dili vardır, ilk hecesi çığlığımız olan. Namludan fırlamış ve asla geri alınmayacak olan bir var olmadır canını beraberinde taşıyan. Yaşadıkça giyilen, her yaşta değişen şarkıdır, sussa bile insan üstünden bir türlü çıkarılamayan…
*
Görmenin de ufka uzanan bir dili var, geceleri yıldız gibi asılı olan. Işıkla beslenen, hüzünle doğrulan, sustukça insan derin bir kuyuya dönen görmenin de kağıda değil yanağa dökülen bir dili var, matbaaları işsiz bırakan…
Karadır, eladır, mavi ve yeşildir o yüze yakışan. Kızınca insan örste dövülen kor demirdir dil. Sevince kuşların havalandığı insan saçağıdır. Yok sayıldığında güneşini kendisiyle beraber alıp götüren zamandır görmenin dili, bir türlü sabahına varılmayan…
*
Duymanın rengi yok, ağırlığı tartılmamış bugüne kadar. ‘Vur!’ emriyle aranan bir fotoğrafı da yok duymanın. Ama bir dili vardır, tıpkı rüzgar gibi bir kaba sığdırılamayan. İnsan bedenine, o bedenin kalbine basamak basamak inen bir dili var duymanın, elçiye zeval olmayan…
Mahpushanede hücre duvarlarının tıkırtısında mors alfabesine dönen bir eylem dili var duyulan, yakalanıp delil olarak bir türlü kullanılamayan…
*
Dokunmanın, kucaklaşmanın, hissetmenin, hasretin gemiler gibi bir limana demirlenince pas tutup zamanla su alarak batan bir dili var. Tıpkı benim dilimin o ıssız limanda anneme demirli kalması gibi…
*
Dişlenmiş bir elmanın, dalında pişen bir kirazın, bildiği yoldan şaşmadan yürüyen kayısının, kırmızısından asla taviz vermeyen narın bir tadı olduğu gibi, her dilin de kendince bir tadı var, konuştukça büyüyen bir evreni yasaklandıkça masallara kadar geri gidip, üstündeki tozu silkeleyerek yeniden ayağa kalkmasının bir tadı var, yoksul mahallelerini ayağa kaldıran taze ekmek kokusu gibi…
*
Ruhsuz, renksiz, bir taraftan bakıldığında diğer tarafı görünen de değildir dil. Ama cam gibi saydam ve kırılgandır, kırıkları insanın ciğerine şarkılarla işler.
Yeni doğan bebeğin süt kokması gibi, yasaklı bir dilin hasret koktuğu da olmuştur, sevinçten insanı kabından taşırdığı da…
Şehir isimleri bu yüzden, mahalle ve sokak isimleri bu yüzden, dağların, ovaların isimleri bu yüzden durmadan değiştirilir. Adları değiştirilen çiçekler çağrıldığında geri dönüp bakmazlar. Bu yüzden çiçekler gibi bir kokusu da var dillerin…
*
El olsaydı kesilirdi, kol olsaydı omuz başından vurulurdu dil. Bir yanı uçurum olurdu insanın, bir türlü haber alınmazdı. Baş olsaydı vurulurdu dil, gövdeden ayrılırdı. Göz olsaydı dil, mil çekilirdi, yüzden dökülen ışık olurdu.Yol olsaydı, kalleş bir vakitte pusu atılırdı, sağ kurtulmazdı dil…
*
Çarptıkça beklenmedik bir biçimde çoğalan, böldükçe eşitlenen, çıkardıkça eksilen ve toplandıkça ailece sofraya oturulan, sayıların da bir dili var. Akşamın bir, sabahın bir, zamanın bir dili, her adımda alfabesinde bir harfin düştüğü ayrılığın da, kahreden bir dili var8 sürgün gitmenin…
*
Bizi hep takip eden, gölgemizin de gün içinde, uzayıp, kısalan sesiz bir dili var ışıkla ortaya çıkıp, karanlıkla kaybolan. Mektupların ayrı, zarfların ayrı, pulların ayrı, birbirini tamamlayarak, el ele, kol kola giden bir dilleri, onu alıp okuyanı duygulandıran dilleri var…
*
Vitrinlerin, aynaların, dolu ve boş bardakların, perdeleri sıkı sıkıya kapatılmış pencerelerin, boş evlerde rüzgarın dövdüğü kapıların, boş boş bekleyen sandalye ve koltukların, buruşmuş çarşafların, uykusu kaçmış yatakların, ipi çekilse de sökülmeyen zamandan damlayan dilleri var…
*
Asya’nın uçsuz bucaksız dilleri, Afrika’nın beyazla kirletilmiş dilleri, kutupların kimsenin okumaya cesaret edemediği insanın kanını donduran bir dili,
Latin Amerika’nın ilk hecesi Che olan inkar edenin onunla unutulup gideceği, Amazon gibi balta girmemiş dilleri var. Yukarıdan bakan giyotinden de keskin, kapıları içeriden sürgülü Avrupa’nın dilleri var.
*
Dibabo (babaanne)diye çağırdığım nenemin, mahallenin terzisi olan anam Güllü’nün burnunun dibine dikilerek, o kısacık boyu ile tehditle, Türkçe konuşan komşularını kast ederek: ‘Sen niye onların dilini konuşuyorsun, onlar senin dilini konuşsun!..’ dediği, ölünce neşesini de beraber alıp götürdüğü, klamlarını, masallarını çocuğuma aktaramadığım, devletin durmadan kılıç çektiği, çocuğuma vereyim diye annemden bana emanet, benim de bir dilim var, öldüğümde benimle gömülecek olan…
*
Sessizliğinde insanın boğulduğu, mezarların bile bir dili varsa eğer, savaşın bittiğini, barışın geldiğini haber verecek müjdenin de bir dili olacak elbet…
*
BAŞKA DİLLERDE
başka dillerde sevmek denize koşan nehir
başka dillerde ayrılık kırbaçlanmış ağıt
başka dillerde ölüm hiç açılmamış kapı gibi dururken
başka dillerde sabah doğan güneş oluyorken bütün çocuklar
benim dilimde otuz küsur yıldır doğan bütün çocuklar
kapanmamış bıçak gibi gömülüyorlar…