Martin Luther King önderliğindeki siyahların Birleşik Devletler’deki eşit yurttaşlık mücadelesini anlatan ‘Özgürlük Yürüyüşü’ (Selma) filmi sadece geçmişe dair değil, bugün ve gelecek için de çok şey anlatıyor bize.
Filmde, Jimmie Lee Jackson isminde siyah bir genç, ‘eşit yurttaşlık’ için annesi ve dedesiyle birlikte 18 Şubat 1965 günü bir kitle gösterisine katılır. Polisin kitleye saldırması sonucu annesi ve dedesiyle bir lokantaya sığınan Jackson, polis tarafından önce tartaklanır, ardından ateşlenen silahla vurulur.
Jackson, annesinin kollarında son nefesini vermeden, başını dedesine çevirip: ‘Ölmeden oy kulanacağını göreceksin’ der ve ölür.
Jimmie Lee Jackson’ın polis tarafından öldürüldüğü tarihlerde hapisten çıkan Martin Luther King, kilisede düzenlenen törende yaptığı konuşmada kalabalık taraftar grubuna şu soruları sorar:
“Jimmie Lee Jackson’ı kim öldürdü?”
Yanıtı kendisi verir:
“Bir eyalet birimi silahı doğrultup tetiği çekti.’’
Dinleyenler baş sallayarak hep bir ağızdan ‘evet’ diye onaylar, ancak bu King’i tatmin etmez.
King, ilk sorunun ardından asıl can alıcı soruyu sorar:
“Peki, o tetikte kaç kişinin parmağı vardı?
King, tetikte parmağı olanları bir bir sıralar ve şunları söyler:
“Korku salmak için bütün yasaları suistimal eden bütün beyaz kanun adamları. Bütün beyaz politikacılar. Ön yargı ve düşmanlığı besleyenler. İncil ile dua ederek beyaz cemaatin önünde sessiz kalan bütün beyaz rahipler.’’
Martin Luther King, Jimmie Lee Jackson’ı öldüren silahın tetiğinde sadece beyazların değil siyahların da parmağı olduğunu hatırlatır ve sorusunu tekrarlar:
“Jimmie Lee Jackson’ı kim öldürdü?’’
Cevap kesin ve sarsıcıdır:
“Kardeşleri küçük düşürülür, şiddet görür ve yeryüzünden silinirken bu savaşa katılmayıp öylece duran bütün zenci erkekler ve kadınlar…’’
Martin Luther King, susmanın, izlemenin, korkmanın ve diz çökmenin ölümle eş olduğunu bilenlerdendir. Öyle olduğunu bildiği için Jimmie Lee Jackson’un ardından şunları söyler:
“Hayatımız dolu dolu yaşanmamış olur, sevdiklerimiz ve inaçlarımız uğruna ölümü göze alamıyorsak. Ama sevgili kardeşim biz yaşamayı sen ise ölmeyi üstlendin. Fedakarlığının boşa gitmesine izin vermeyeceğiz kardeşim. Peşini bırakmayacağız. Başladığın işi tamamlayacağız. İnkar edildiğin yere biz varacağız. Uğruna öldüğün savaşı kazanacağız…’’
Eşit yurttaşlık ve halkının oy kullanması için ölümü üstlenen Jimmie Lee Jackson’in öldürülmesi ve sonrasında yaşananlar Kürt halkının bugün yaşadıklarına ne kadar da benziyor.
Yok sayılmak ve inkar edilmek…
Sadece bu mu?
Değil tabi, fazlası var.
Bakın Cizre, Sur ve Silopi’ye…
Bakın yakılıp yıkılan kentlere, bombalanan evlerin bodurumlarında katledilen gençlere, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara…
Bakın, her gün ölülerimizi sayan Erdoğan’a.
Bakın, korkudan susanlara, insanlıktan çıkanlara.
Bakın, Kürt çocukları öldürüldüğü için zevkten dört köşe olanlara.
Bakın, ‘ama’, ‘ancak’, ‘fakat’lı cümleler kuranlara.
Ne yapacağız?
Martin Luther King’in 1965 yılında sorduğu “Jimmie Lee Jackson’ı kim öldürdü?’’ sorusunu 51 yıl sonra biz güncelleyip kendimize sormak zorundayız.
Hepimiz adına ölümü üstlenen Mehmet Tunç’un katili kim?
Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun emiriyle hareket edip tetiği çeken binlerce polis mi?
Katil sadece üstlerinden aldıkları emirle heronlarla görüntü alan, koordinatları veren, havanı taşıyan, tankı ateşleyen, yaralıların üzerine benzin döküp diri diri yakan askerler mi?
Peki, Kürtleri öldürdükleri için yoksul Türklere ‘siz Kürtlerden üstünsünüz’ kirli yalanını söyleyen kravatlılar ve apoletliler?
Gerçeğe gözlerini kapatıp susan Türkler, Kürtler, Aleviler, Lazlar, Çerkezler ve Müslümanlar!
Kardeşlerimizin, çocuklarımızın, anne ve babalarımızın ölümünü izleyenler!
Neden inkar edildiğimizi yok mu sayacağız?
Sormayacak mıyız Mehmet Tunç neden öldürüldü?
Bizim adımıza ölenlerin bıraktığı yerden devam edip sonuna kadar götürmeyecek miyiz?
Bir yeter noktamız olmayacak mı?
Olmalı…
İnsan ‘artık yeter’ dediğinde başına neler geldiğini daha önceki yaşanmışlıklardan biliyoruz. Böyle diye özgürlük, eşitlik, anadilimiz ve ülkemizden vaz mı geçeceğiz?
Hangimiz korkarak, kaçarak utançtan, zulümden ve ölümden kurtulmuşuz?
Belli, Erdoğan sadece özgürlüğümüzü değil, acı çektiğimizi, yenilmemizi görmek istiyor.
Sadece kanımızı değil, umudumuzu da istiyor. Cesetlerimize basarak yürüyüp hedefine varmayı planlıyor. Onun işini kolaylaştırıp diz mi çökeceğiz?
Önümüzde iki yol var:
Ya boyun, diz çöküp ölmeye devam edeceğiz; ya da Mehmet Tunç’un yolundan yürüyerek özgürlüğümüz için savaşacağız.
Martin Luther King, ‘daha fazla bekleyemeyeceğiz. Özgürlüğümüzü istiyoruz.’ dediğinde elbette kurtuluş yolunun mücadeleden geçtiğini ve bunun da bedel gerektirdiğini bilerek söylüyordu.
King’in final sorusu ve yol gösterici yanıtıyla kapatalım:
“Ne zaman özgür olacağız? Yakında, çok yakında... Çünkü ektiğini biçersin. Ne zaman özgür olacağız? Yakında, çok yakında. Çünkü hiç bir yalan sonsuza dek sürmez. Ne zaman özgür olacağız? Yakında, çok yakında. Özgürlüğü takip edeceğiz. Kimse bizi durduramaz. Haklarımız için yürüyeceğiz. Yurttaş muamelesi görmek için yürüyeceğiz. Kötülük ve karanlık doğruluğun ışığına yer açana kadar yürüyeceğiz. Hiç kimse, hiç bir efsane, hiç bir rahatsızlık bu hareketi durduramaz. Bunu yasaklıyoruz.’’
Güle güle kardeşim, güle güle.
Sesin halen kulaklarımda.
Seni unutmayacağım…
‘Bizimle gurur duyun’ demiştin.
Öyle yapacağız.
Eğilir toprağını öperim.