Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri kendi bulunduğu siyasi ve coğrafi alanı ‘’stratejik“ olarak tanımlıyor, ‘’doğu-batı“ arasındaki köprü olarak gösteriyor ve hem ‘’doğu“yu hem ‘’batı“yı kendine mecbur kılıp; istediğini istediği biçimde yapabileceğini sanıyordu. Ama dünyada, bölgede, Türkiye’de 1990’lardan 2000’li yılların başına gelinince dengeler değişmiş, dünya eski dünya olmaktan çıkıp yeni halinin doğum sancılarını yaşamaya başlamıştı.
1990’lara gelindiğinde dünyada soğuk savaş döneminin ve çift kutuplu güçler dengesi reel sosyalizmin çözülüşü ile farklılaşmıştı. Balkanlar, Kafkasya ve Sovyet coğrafyası yeni bir şekil alınca; ABD ve NATO’nun başını çektiği dünya Ortadoğu’yu da şekillendirmek için yeni taktikler ortaya koymaya başlamış, 2000’li yılların başındaki 11 Eylül saldırıları ile sıcak savaş Afganistan’dan Irak’a ve bugün Suriye’deki hali ile bütün Ortadoğu’yu içine almıştı. Türkiye’de ise 1990’lı yıllarda PKK öncülüklü Kürt isyanı toplumsallaşmış, siyasal bir güç ve otorite olarak stratejik güç dengeleri içinde bölgesel ve küresel bir aktör haline gelmişti. Türkiye bu değişimi sağdan muhafazakar-milliyetçi İslam çizgisi ile aşabileceğini sanmış; Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının küresel güç dengeleri ile içine girdiği ilişki biçiminden AKP’yi türetmişlerdi.
Ancak AKP, liberal görünümlü olsa da dinci/milliyetçi bir kimya ile hem Türkiye’nin iç dengelerini ve kimyalarını hem de bölgesel ilişki biçimlerini yanlış okumuş ve çözümlemişti. AKP, kendi hegemonik zihniyetini ‘’eski Türkiye“ dediği Kemalist/seküler hayat tarzını biçimlendirmek; Kürt meselesi üzerinden ise milliyetçilik toplamı ile kendisini kurumsallaştırmak istedi. Bunun için önce ‘’liberal“ söylemle Kemalistleri ‘’marjinalleştirmeyi“ bunu yaparken de Kürtleri yumuşak mücadele yöntemleri ile tasfiye edip ‘’yanında tutarak“ yol alacağını düşünüyordu. AKP Fethullahçılar ve liberallerle yaptığı ittifakla, Kemalistleri sınırladığını düşündü ancak Kürtler ise kendi temel dinamikleri ile mücadelelerini sürdürüp iktidar yedeği ve Tayyip Erdoğan’ın oluşturmak istediği bu ‘’yeni hegemonik“ siyasete alet olmayacağını gösterdiler. Ve böyle olunca, Tayyip Erdoğan’ın ittifak politikasının birincil ve zayıf olan Liberaller AKP’den uzaklaştı. Fethullahçılar ile AKP’liler daha doğrusu Tayyip Erdoğancılar arasında devlete sahip olmak için iktidar mücadelesi başladı.
Bu iktidar mücadelesinin en sert ve dışa vurma biçimi 15 Temmuz 2016 askeri darbe biçimi gibi gösterilse de aslında zamana yayılmış ve sürekli Kürtlere vurarak savaşın derinleşmesi ile bir birleri ile hesaplaşıyorlardı. AKP, devlet içindeki bu iktidar savaşında Kürtleri yumuşak mücadele yöntemleri ile tasfiye edemeyeceğini görünce ve de yanına aldıkları ittifak güçleri ile ayrışma yaşayınca bu kez MHP, Ergenekon gibi iç yapılarla Kürtleri içerde ezmek, DAİŞ, EL Nusra vb çete yapılanmaları ile de Kürtleri Irak ve Suriye’de ezmek için ittifak içine girdi. Ve işte Türkiye’yi bugün sürekli kaos halinde tutan, hergün her yerde patlama, kitlesel ölüm haberlerinin gelmesinin nedeni böylece ortaya çıktı.
Çünkü Tayyip Erdoğan ve ekibi, bu ittifak güçleri ile açık aleni bir siyasal ittifaka girmedi. Kapalı kapılar ardında ‘’ölüm, tasfiye, bitirme“ üzerine dinci ve milliyetçiliği kendi dar ideolojik kodları içinde bir araya getirip kendi iktidarını sürdürmeyi esas aldı. Hal böyle olunca da AKP ve Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalma koşulları bu kaotik sürecin süreklileşmesine bağlı oldu. Bunun için de Erdoğan ve ekibi, içeride Ergenekon ve MHP’li güçlerle şiddeti esas alıp başta Kürtler olmak üzere kendi muhaliflerine saldırdı. Irak ve Suriye’de ise DAİŞ ve EL Nusra vb çetelerle Kürtlere ve kendi muhaliflerine yöneldi. Ama bunlarla ittifakı Erdoğan’ı ve Türkiye’ye ABD, AB, NATO gibi küresel müttefikleri karşı karşıya getirdi. İran, Suriye ve Irak’la içine girdiği çelişkiler de derinleşti.
İçeride Kürtlere karşı kendince en geniş milliyetçi-dinci faşist blok oluşturunca, Türkiye’de ‘’yaşam tarzı“ üzerinden daha da bilenmiş bir çelişki ortaya çıktı. Ve bu çelişki ve çatışmalar Türkiye’nin içindeki kaosu süreklileştiren bir dinamizm kazandı. Daha önce stratejik bir noktada olduğu için övünen Türkiye; şimdi hem doğu hem batı için ‘’kaos, nifak ve istikrarsızlık“ kaynağı olma haline girdi. Türkiye’nin küresel ve bölgesel müttefikleri de Türkiye’yi güvenilmez, hastalıklı ve dağılmak üzere olan bir yapı olarak tanımlayıp, politikalarına ayar verdiler. Erdoğan’ın totaliter ve baskıcı politikaları ile uzun süre yol alamayacağını gören güçler Erdoğan’a mesafe koyarken, Rusya gibi fırsattan istifade eden güçler ise Türkiye’yi başka bir noktaya çekip ‘’istediklerini alacak“ pozisyonda tuttular. Erdoğan ve çevresindeki avaneler bu durumu ‘’Türkiye küresel güç, Osmanlı’yı diriltecek lider“ gibi yalanlarla kendilerini avuturken; Türkiye Pakistan, Irak, Afganistan’ın içinde olduğu şiddet sarmalı ayarına girdi.
Ve bu şiddet sarmalı 2017 yılına kendisini katmanlaştırarak aktarıp sürdüreceğini yeni yılın ilk saatlerindeki sivil katliam haberi ile gösterdi. Yani Erdoğan ve avenesinin ‘’Kürtleri öldürerek kendisini iktidarda tutacağı“ ittifak ve politikaları da Erdoğan’a ve Türkiye’ye karşı dönüşmüş durumda. Ve Erdoğan; bu sarmalın içinde bir an durursa yıkılacağını bileceği için şiddeti yeniden yeniden kurgulayarak ortaya çıkarıp, toplumu ve çevresel güçleri kendi iktidarına rıza gösterecek konumda tutmak istiyor. Ama maalesef, Erdoğan için de Türkiye için de deniz bitti bitiyor!...