Sürh-se ra garka-yi hun- melamet
sahtem
Kızılbaşları kötülüğün kanında boğdum!"
İstanbul Boğazının, Karadeniz’e bakan kuzey tarafında, 2013 tarihinde temeli atılan 3. Köprüye; Osmanlı devletinin 9. Padişahı olan "Yavuz Sultan Selim" adı verildi. Bu ismi öneren ise İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı döneminde (1994-98), o zamanlar, "İstanbul’a üçüncü köprünün bir intihar olacağını!" söyleyen, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan idi!2013 yılında, köprünün adına, zayıf da olsa Aleviler ve bazı sivil toplum kuruluşları itirazlarda bulundu. Fakat bir Türk özdeyişinde olduğu gibi; "dediğim dedik, çaldığım düdük!" edasıyla, "astığım astık, kestiğim kestik!" felsefesi baskın geldi. Keza İstanbul Pendik sınırları içerisinde 2001 yılında Sabiha Gökçen (1913-2001) havaalanı hizmete açıldı. Dış hatlardan iç hatlara yürüyerek gidildiğinde ise duvarları Gökçen’in farklı dev resimleri süslemektedir. Bunlar arasında en ilgi çekeni, Dersim’i bombalaması için, M. Kemal ve İnönü tarafından Gökçen’in uğurlandığı o kareler olduğunu hatırlatmalıyız!
İstanbul’un 3. köprüsünün adı, Yavuz Sultan Selim olarak, ecdatlarının torunları tarafından tarihe kaydedildi. Peki Aleviler neden bu isime karşıdırlar? Çünkü, Yavuz (1470-1520), 1512 yılından itibaren Anadolu’da 40 bin Kızılbaş’ı, Safevi devletinin, dolayısıyla Şah İsmail Hatayi’nin (1487-1524) taraftarı olduğu gerekçesiyle, İslam kadılarında fetva çıkararak kılıçtan geçirdi! Yerlerinden-yurtlarından ettirdi! Kaldı ki Yavuz sadece Kızılbaşları değil, Osmanlı padişahlığı için, babası 2. Beyazıt’ı zehirleyerek tahta (1512) geçmişti! Ayrıca amcasını ve çocuklarını da katletti. 8 erkek kardeşinden çoğunu türlü yöntemlerle (boğdurtarak, kellelerini vurarak, zehirleyerek) öldürürken, onların çocuklarını, eşlerini ve yakın çalışma arkadaşlarını da ortadan kaldırdı. Yani aile içi katliamlar yaparak, Osmanlı tahtına geçip oturmuştu!
Yavuz’un "Leşker ez taht-ı Stanbul suy-i İran tahdem/ Sürh-se ra garka-yi hun- melamet sahtem" bu Farça dizeleri; "İstanbul’dan İran üzerine asker gönderip, Kızılbaşları kötülüğün kanında boğdum" anlamına gelmektedir. Peki ama neden bu isimde ısrar edildi? Ya da neden böylesi bir isim seçilmişti? Ve benzeri soruların cevapları, aslında tarihin dönemeçlerinde gizlidir! O tarih, iyi incelendiğinde Emevi, Abbasi, Selçuki, Osmanlı ve Cumhuriyetin Alevilere karşı olan kinli bakışı, kendisini kolaylıkla ele verecektir.
Uzağa gitmeye gerek yok! 600 yıllık Osmanlı enkazı üzerine kurulan Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde, Alevilere yer olmadığı, geçmiş 93 yıldan beri anlaşılmaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, 1921 yılında Koçgiri’de Kürt Aleviler katledilirken, 1938’de ise bu defa Dersim’de Kürt Alevilerine soykırım gerçekleştirildi. Fiilen Cumhuriyetin; Alevili inancına mensup bütün etnik sürekleri dışladığı, ayırımcı politikalarıyla, sadece sömürü vatandaşlık hükümlülüğüyle kendisine bağladığı artık görülmelidir. Alevilerin toplumsal bazda hiç bir sorununa eğilmeyen geçmişten günümüze Cumhuriyeti yöneten kadrolar, Alevi inancının kendine özgü antik değerleriyle Mezopotamya’nın en kadim bir inancı olduğun ve burada istenilen bir asimilasyonun asla gerçekleşemeyeceğini görmektedirler. Bu sebeple mevcut yapısıyla Alevi süreklerinin; devletin en güçlü saç ayağından birini teşkil eden resmi İslamiyetle, hiçbir zaman uyum içinde olamayacağının farkındadırlar. Fakat Aleviler cephesinde bazı kesimlerin bu gerçeği yeterince görmedikleri gibi, sessiz kalarak da söz konusu köprüye verilen "Yavuz" adının, o kadar da önemli olmadığını düşünmektedirler!
16. Yüzyıldan beri İslam halifeliğini elinde tutan, Osmanlı’ya; yükseliş dönemini yaşatan bir padişahının adını, aradan geçen 500 yıllık bir zaman sonunda, 21. yüzyılda, hem de mağdur-maktul Alevilere inat, köprü adı olarak yaşatmakta bir bahis görmemektedirler. Doğrusu bu süreçin tarihsel arkaplanını, başta Alevi aydınları, örgütlü yapıları olmak üzere Pir-i Piranları ve talipleri iyi düşünmelidirler. Çünkü burada, söylemde ve resmiyette Cumhuriyetin vatandaşları olarak kabul edilen milyonlarca Alevi, aslında hiçe sayılmaktadır. Bu da göstermektedir ki; Aleviler, anayasasında laiklik kavramı olan bu Cumhuriyetin zahiri görünümünde vatandaşı, batıni manada ise düşmanı olarak algılanmaktadırlar. Esas itibariyle bu tezimizin en belirgin dayanağı; M. Kemal’in bir eseri olan bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı gösterilebilir.
Diyanet İşleri Başkanlığı; Osmanlı devletinde dini konularda en yüksek derecede bilgi ve yetkiye sahip olan "Şeyh-ül İslam" kurumunun devamı olarak, M. Kemal tarafından tesis edilmiştir. Şeyh-ül İslam kurumu, Kur’an esaslarına göre fetva verir ve uygulanması için gereğini yaptırırdı. 3 Mart 1924 tarihinde M. Kemal ve arkadaşları tarafından lağvedilen bu kurumun yerine, bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Direk M. Kemal’e, yani Başbakanlığa bağlandı. Günümüzde dev bir bütçeye sahip olan Diyanet, bütün ictihadlarıyla sadece Hanefi mezhebine, resmi Türk-İslam sentezli politikaların kökleşmesine yarayacak bir tarzda faaliyetlerini yürütmektedir. Gelmiş-geçmiş bütün Cumhuriyet hükümetleri; bu kurumun geliştirdiği resmi İslami çizgiyle haraket ettikleri artık bilince çıkarılmalıdır. İşte bu anlamda, 3. Köprüye "Yavuz Sultan Selim" adının neden verildiği, biraz daha net bir biçimde görünüme çıkacaktır. Bundan böyle Cumhuriyet, laiklik, ulus ve benzeri gibi kavramlar altında yaşatılan, bir Osmalı devlet sisteminin olduğu üzerinde iyi düşünülmelidir.