Yukarıdaki başlık, 1937-38 Dersim Soykırımı ile ilgili olarak yapılan Konferanslar dizisinin, bu yıl 4-5 Mayıs tarihlerinde Dersim`de gerçekleştirilen sonuncusunun Kırmancca adıdıydı. Türkçesi „7. Dersim 1937-38 Konferansı:„Unutturmak Değil Yüzleşmek!“ Soykırım Tanınsın, Dersimi Yeniden İnşa Edelim!“ şeklindeydi.
Bilindiği gibi önceki yıllarda 6 tanesi gerçekleştirilmiş olan konferansların 5 tanesine Avrupa Parlamentosu, 1`ine ise Berlin Eyalet Parlamentosu ev sahipliği yapmıştı. Bu yılki Konferansın düzenleyicileri Dersim (Tunceli) Merkez Belediyesi ile Almanya`da faaliyet göstermekte olan „Dersim Yeniden İnşa Cemiyeti“ydiler.
Her şeyden önce böyle bir konferansın, soykırımın yaşandığı topraklarda yani Dersim`de yapılmış olması, başlı başına tarihi değerde bir adımdı, bu nedenle emeği geçen herkesi kutlamak isterim.
Konferans’ın oldukça yüklü bir proğramı vardı. İki gün boyunca kendi alanında yetkin bir çok konuşmacı, değişik konularda detaylı bilgiler verdiler, dinleyicilerden gelen soruları yanıtladılar. Konferans, bu yönüyle hayli zengin ve verimliydi.
Anma eyleminin ilk adımı, 3 Mayıs günü Sey Riza (Seyit Rıza) heykelinin önündeki basın toplantısı oldu. Bunu, 4 Mayıs günü öğleden önce Barginîye/barginî köyünün Sekesûr mezrasında, 1938’de yakılarak katledilen 14 Ağuçan mensubunun, bir süre önce bulunmuş kemiklerinin gömülmesi töreni izledi.
Törende, Ağuçanlı yaşlı kadınlar ağıtlarının kendi anadilleriyle (Kürtçenin Kurmancca lehcşesi) söylerken, konuşmacılar içerisinde Kurmancca konuşanlar gibi Türkçe ile „kendilerini ifade edenler“ de oldu ki bunlar arasında sonradan davanın avukatı olduğunu öğrendiğim Cihan Sönmez de vardı.
Herkes iyi bilir ki Dersim halkının 1937-38 soykırımı ile yüz yüze gelmesinin temel nedeni, onun ulusal kimliğinin Kürt, dilinin ise Kürtçe olmasıydı. Bu, sadece bana ait bir değerlendirme değil, bizzat soykırımı yapanların onlarca belgesinde yer alan resmi
gerekçedir. Başka nedenler yok muydu? Vardı elbet; örneğin bu belgelerde bu anlamda değinilmese de dini inanç bunlardan biriydi ancak bu gibi etkenler temel değil, taliydiler.
Hal böyle iken jenosidin kurbanları ile geride kalanlarına, haklı bir neden yokken kendi dilleriyle değil de katliamı yapmış olanların dilini kullanarak seslenmeyi, onların anılarına saygı gösterme çerçevesinde nasıl değerlendirebiliriz? Kürtçe bilmeyenler açısından bu durumu anlamak mümkün, peki Kürtçeyi bilmelerine rağmen, bu yola basvuranlara ne demeli? Bu, bir bakıma soykırımcıların amaçlarına ulaştıklarını göstermiyor mu?.
„Dersimci“lerin Beşikçi Allerjisi
İsmail Beşikçi’ye çatmak, onunla ilgili ileri-geri şeyler söylemek bizim „dersimci“ler arasında hayli yaygın bir alışkanlıktır. Konferans günlerinde aynı allerjik tepkiyi, Dersim’li din adamlarını aslen arap gösterebilmek için çırpınıp duran Cihan Söylemez’de de gördük. Söylemez, Dersim News adındaki internet sitesinde yer alan yazısında, onca katılımcı içerisinde sadece Beşikçi’nin konferansta yer almasına karşı çıkmıştı. Ona göre Beşikçi’nin katılması ile böyle bir anma olmazdı, bu Dersimlileri kendi kültürlerine yabancılaştıran bir durumdu vs.
„İsmail Beşikçi’yi rehber alarak Dersim’i tanımlayanlar farkında olmadan kendi atalarına yüz çevirmiş oluyorlar..
İsmail Beşikçi’nin olduğu yerde Ocakzadeler ne kadar „pir“, „seyit“ kalır. Ne kadar „Alevilik“ ve dahi nasıl „Dersim Kerbaldır“ denilebilir“.
Sönmez’in, bu sözleri sarf etmesinin nedeni ise onun Beşikçi’nin „Dersimliler Kerbela’ya ağladıkları kadar kendilerine ağlamadılar,“ sözleriydi.
Beşikçi ne yapıyor burada? O, „Kerbelayı anmayın, unutun,“ falan demiyor. Beşikçi, bir karşılaştırma yaparak dersimlilerin bir zaafına parmak basıyor ki bana göre yüzde yüz doğru bir saptamadır. Şahsen, aynı nedenle ve benzer sözlerle yıllardır ben de dersimli hemşerilerimi eleştiriyorum. 1400 küsur yıl önce Araplar arasındaki bir iktidar mücadelesinde yaşanmış bir trajediden duyduğumuz acıyı, daha dün gerçekleşmiş olup boyutları itibariyle ondan çok daha büyük ve korkunç olan kendimize yönelik bir olay nedeniyle hissetmiyor ve ona gösterdiğimiz tepkiyi kendimizle ilgili olanına göstermiyorsak, ortada ciddi bir sorun var demektir. Beşikçi de bu yaraya parmak basmakla yerinde bir iş yapmış.
Bu sözlerden hareketle „İsmail Beşikçi’nin olduğu yerde pir-seyit olmaz, Alevilik olmaz“ türünden ipe-sapa gelmez laflar etmek, kötü bir niyetin ürünü değilse, düpedüz okuduğunu anlıyamamanın, ondan da öte Aleviliği bilmemenin bir işaretidir. Çünkü Beşikçi’nin söyledikleriyle Söylemez’ın yazdıkları arasında mantıki bir bağ yok. Kanımca birilerinin, 30 yaş civarındaki bu delikanlıya mütevazi olmanın erdemlerinden bahsetmesi hiç te fena olmaz. Ne de olsa, Beşikçi’nin bu işlerle uğraştığı zaman dilimi onun yaşının yaklaşık iki katına yakındır. Ayrıca böyle bir uyarı, onun sapla samanı birbirine karıştırmasının önüne de geçebilir. Beri taraftan, bu gence sormak gerekir; „Dersimlilerin atalarına, ağıtlarına dil ve inancına dönmeleri,“ kendisinin Sekesûr’daki mezarın başında yaptığı gibi Türkçe nutuk atmakla mı olur?
Konferansın Zaaf Ve Eksikliklerine Dair
Bu eylemin tarihsel değerdeki önemine bir kez daha vurgu yaparken göze batan kimi eksiklikleri de dile getirmekte yarar görüyorum.
1. Böyle bir eylem, Dersim halkının en geniş kesimlerinin katılımı ile gerçekleşmesi gerekirken pratikte bundan eser yoktu. Bu da, kitlesel ilginin düşük kalmasına yol açmıştı.
2. İzleyebildiğim kadarıyla Konferans’ın Dersim’de yapılması kararı geç alınmış ve bu da hazırlık süresinin yetersiz kalmasına neden olmuştu.
3. Daha önce de değindiğim gibi 1937-38 soykırımının hedefleri arasında önemli bir yer tutan asimilasyon ve onun ana halkalarından birini teşkil eden Kürt dili, Konferans’ta neredeyse erimiş, yok olmuştu. Konferansın iki Kürtçe konuşmasını, 1937-38’in tanıkları ile Cizre’den gelen son savaş mağduru kadınlar yaptılar. Cizre’den gelen kadınlardan birinin, Türkçe bilmediği için defalarca özür dilemesi çok rahatsızlık verici bir durumdu. „Türkçeyi bilmemek, neden bir özür dileme nedeni oluyor?“ sorusunu anlaşılan ne o annenin kendisi, ne de onu oraya getirenler kendi kendilerine sormuşlardı. Oysa tercümanın, tercümeyi kağıttan okuduğuna göre, yapılacak konuşmanın en azından çerçevesi önceden tartışılmıştı. Açık söylemek gerekir; bunu görememek hazin bir durumdu!
Açılış konuşmalarında Dersim halkının diline (Kırmancki ve Kirdaski) yer almamasını kabul edilebilir bir eksiklik olarak göremiyorum. Dersimin iki parlamenteri var: Bunlardan biri CHP’li Gürsel Erol’dur ki davet edilip edilmediğini bilmiyorum ama kırmanckiyi oldukça rahat konuşabilen ve soykırımda 50’den fazla akrabası katledilmiş olan HDP’li
Alican Yüce oradaydı. Onun selamlama şeklinde de olsa konuşma yapmamasına anlam veremediğimi belirtmeliyim. Kaldı ki HDP adına konuşmanın onun tarafından ve kendi anadiliyle yapılması en doğru olanıydı.
4. Kanımca açılışta, Belediye ile Dersim Yeniden İnşa Cemiyeti adına, ayrı ayrı o uzun konuşmaları yapmaya gerek yoktu. Kısa ve ortak bir konuşma ortama daha uygun düşerdi.
5. Demokratik Bölgeler Partisi ile HDP adına yapılan konuşmalar da oldukça uzun, hiç te gerekli olmayan ayrıntılarla doluydu.
Bir Kaç Öneri
Yer gelmişken bu tür koferanslarla ilgili önerilerimi bir kaç noktada toplamak istiyorum:
1. Bu etkinliği düzenleyen dostlar yıllardır panellerdeki konuşmacı sayısını çoğaltmak adına konuşma sürelerini kısa tutma yoluna başvuruyorlar ve bu da konuşmacıların rahatça sunumda bulunma olanaklarını ortadan kaldırıyor, verimliliğin düşmesine neden oluyor. Bence konuşmacı sayısını azaltmak ve bunun yerine sunum sürelerini biraz daha uzatmak, bu açıdan yararlı olur.
2. Kürdistan’da yapılan bu tür anma etkinliklerinde, Kürt dilinin mutlak surette öne çıkartılması, hakim dil haline getirilmesi gerekir. Kürtçe bilmeyenlerin varlığı bu yola başvurmamaya hiç te haklılık kazandırmaz. Çünkü bu, tercumanlar vasıtasiyle pekala halledilebilecek bir şey. Dilimizin ölmemesini, yaşamasını gerçekten istiyor muyuz, istemiyor muyuz; bu konuda samimi miyiz, değil miyiz; olayın özeti budur. En başta da kendimize yönelik sorgulamayı bu çerçevde yapmadık mı, herkes kendine göre bir bahane bulur ve Kürt dili de bu gün olduğu gibi güme gitmeye devam eder.
3. Bu tür anma etkinliklerinden hiç değilse bir bölümünü, Kürt dilinin şiire, romana, hikayeye, anıya vs. yansımasını sağlayan birer platforma dönüştürmek ayrıca önemlidir. Pratikte halkının ana dilini adeta rafa kaldırmış bir hareketin, konu ile ilgili olarak söyleyedikleri ve söyleyecekleri fazla bir şey ifade etmez.
4. Dersim’de ya da Kürdistan’ın başka yerlerinde gerçekeştirilmiş katliam ve soykırımlarla ilgili etkinliliklerde, bunlarla ilgili olarak mevcut bulunan fotoğraf, belgesel film, mektup, telgraf, anı, roman, hikaye ve şiir ile tarihi ve öteki alanlardaki
yayınları kapsayan tanıtım toplantıları ve sergilerin gerçekleştirilmesi, aktivitelerin en önemli yanlarından birini oluşturmalı. Bunu, şu an mükemmel düzeyde gerçekleştirebilecek durumda olmasak bile başlangıç adımları pekala atabilir ve günden güne geliştirilebilinir.
5. Soykırımlarla ilgili tarihi yerlerin saptanması, korunmaya alınması, tanıtılması da yapılması gereken çalışmalardan biri diğeridir. Her toplu katliam yeri bir müze gibi düşünülmeli, ayrıca bir soykırım müzesinin oluşturulması için çalışma başlatılmalı.
6. Kutsal yerlerin temiz tutulması, korunması, içkili restoranlar başta olmak üzere buraların ticari faaliyet yerleri haline gelmemeleri yönünde önlem alınması inanç yerlerine saygılı davranmanın olmazsa olmaz koşullarından biridir. Kimileri bu öneriyi içki içilmesine karşı çıktma şeklinde alıgılıyorlar ki bu doğru değil. Benim yanlış bulduğum şey, ibadet yerlerinin içki içilen mekanlara dönüşmesidir. Dersim’de, ziyaretlerin bu en kutsal noktalarında ayakkabı ile gezmenin bile günah sayıldığını, oraya ancak çıplak ayakla gidilebildiğini unutmamak gerekir. Ticari faaliyet yerlerinin, kutsal ibadet noktalarına belli bir uzaklıkta tutulmaları yanlış mı olur.
7. 1937-38 soykırımı, soykırımcıların hizmetine girmiş kimseler dışında herkesin hakkında bir şeyler yapmaya çalışabileceği bir alandır. Anma ve sahiplenme faaliyetleri, güncel politik hesaplara göre belirlenmiş dar çerçevede ele alınabilecek bir şey değil, olmaması gerekir.
Bu alan dahil, bölgedeki sorunların çözümü yönünde çalışma yapabilecek kurumların başında kuşkusuz halkın oyu ile seçilmiş kimselerin yönettiği belediyeler gelir. Örneğin, Dersim’in Merkez ve ilçe belediyeleri yöredeki sivil toplum kuruluşları ile birlikte, Türkiye metropolleri ile dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış Dersimlilere ait kurum ve kuruluşları da yanlarına alarak yöre halkımızın derdine derman olabilecek programlar neden ortaya koymasın, ona uygun adımlar atmasınlar?
Sonuç:
Son dönemde, Dersim’lileri hiç son gidişimdeki kadar kötümser görmemiştim. Süregelen çatışmalar ve sonuçları, kitlelerde hayal kırıklığına, umutsuzluğa ve kızgınlığa yol açmış durumda. Kent savaşlarını açıkça savunana neredeyse hiç rastlamadım. Çatışmaların ekonomi üzerindeki etkileri ise bir çöküntü düzeyinde seyrediyor. Yaşamını Dersim dışında sürüdüren dersimlilerin, özellikle de yaz aylarında kendi memleketlerine gitmek suretiyle yaptıkları harcamaların bölge ekonomisi üzerinde büyük etkisi varken, savaş
bıçakla keser gibi bunu adeta durdurmuş. Yarın olabileceklerle ilgili endişelerin günlük yaşama damgasını vurduğu koşullarda başka türlü bir şey beklemek te zaten mümkün değil. Binlerce kişinin, vize kalktığı taktirde Avrupa’ya göç etmek üzere hazır beklediğini bilmeyen yok. Doğup büyüdüğü toprakları imar etmek, yaşamı orada daha cazip hale getirmek varken, insanların kaçma yolları arar duruma gelmesi, her kişinin, her kurum ve kuruluşun gündeminde yer alması ve üzerinde düşünülüp cözüm yolları aranması gereken bir durum olmalı.
Bu çerçevede altını kalın bir çizgi ile çizerek söylemek istediğim bir kaç noktayı şu şekilde sıralayabilirim:
a) Kürt halkının, acilen ateşkese ve barışa ihtiyacı var. Halkın her yerde açıkça dile getirdiği acil talep budur. Bu bakımdan, Kandil’den gelen savaşı tırmandırma açıklamalarının halkın talepleriyle uygunluk içerisinde olduğunu söylemek mümkün değil. Her yerde rahatça duyabildiğiniz „Kandil, HDP’yi bitirmek istiyor“ sözleri yabana atılabilir bir şey değil.
b) Kürt hareketinin mutlak surette sivilleşmeye, demokratikleşmeye ve diyaloga açık olmaya hava ve su kadar gereksinmesi var. Kendi kabuğuna sıkışmış, onun ötesine gözlerini kapamış bir hareket, gücü ne olursa olsun, toplumun karşı karşıya bulunduğu sorunları çözemez, onu ileriye götüremez ve sonunda kendisini de bitirmekten kurtulamaz.
a) Türkiyelileşme, Kürt sorununu gerçekçi çözümünü esas alan değil, onu dışlayan asimilasyona fazlasıyla kapı aralayan bir projedir ki dile gösterilen ilgisizlikte bunun da pay sahibi olduğunu düşünüyorum. Kürt sorunu, baskı altındaki bir halkın özgürleşmesi sorunudur ve bu da kürt Memo ile türk Mehmet’in bireysel haklar bazında eşit kılınması ile çözüme kavuşturulabilecek bir şey değil. Sorununun eşitlikçi temelde gerçek bir çözüme kavuşabilmesi, Kürt halkı ile Türk halkının toplumsal haklar düzeyinde, iki halk olarak eşit kılınmalarına bağlıdır. Kaldı ki bu yapılmadıkça, bireysel haklar çerçevesinde, iki halkın bireyleri arasında eşitlik zaten mümkün olmaz.
Türkiyelileşmeye karşı çıkmak, 1924 yılından beri uygulanmakta olan ve Kürt halkına dayatılan kemalist modelin revize edilmiş halinin reddi; kültür, tarih ve ruhi şekillenme bakımından, ulusal bazdaki yozlaşma ve kendine yabancılaşma çabalarına karşı tutum almadır. Yoksa bu asla Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte mücadeleye, eşitlikçi ve özgür bir gelecek için ortak proğramlar ortaya koymaya engel değil.
d) Dersimliler Alevi olarak ta hiç rahat değiller ve bunda sonuna kadar da haklılar. Özellikle de şu an devleti yönetenlerin din istismarını ve bir mezhebi bütün topluma hakim kılma yönündeki çabalarını en üst düzeye vardırmış olmaları, endişenin dozunu arttıran bir durumdur ki kiminle konuşsanız bunun yol açtığı huzursuzluğun izlerini görebiliyorsunuz.
d) Kürtler, hem sayısal olarak hem de entellektüel birikimleri ve ekonomik güçleriyle kendi kendilerini yönetebilme olanaklarına sahip bir halktır. Yeter ki aynı zamanda kendi içlerinde barışçıl ve demokratik ilsihkileri hakim hale getirsinler ve ihitiyaçları olan birliği gerçekleştirebilsinler.
Dersim’de iken sohbet ettiğim bir esnafın birden fazla kişinin yüzüne söylediği şu sözleri aktararak yazıyı noktalamak istiyorum. Şöyle demişti esnaf dostum:
„Geçen sene 7 Haziran’da kazandığımız bir zaferle övünüyorduk, şimdi ise ‘Ne oldu da bu hale geldik?’ diye ağlıyoruz. Türkler bizi ezmek için birleşiyorlar ama biz Kürtler yok olmamak için bir araya gelemiyoruz. Bundan kötüsü olabilir mi?“