1 Kasım seçimlerinden sonra Türkiye siyasal rejiminin girdiği rotaya “faşizm” yakıştırması yapmak artık sıradan. İlk başlarda yerinden edilmiş Kemalist elitlerle müzmin Erdoğan muhaliflerinin bir küfür lügatı olarak kullandığı “faşizm” nitelemesinin şimdilerde bir dönem Erdoğan’a meyleden kesimlere sirayet etmesi dikkat çekici. Bu zaviyeden geleneksel Kemalist elitlere uzak bir çizgi takip ettiği halde bir süreliğine dahi olsa Erdoğan’a meyleden sol-liberal çevrelerin giderek “faşizm anlatısı”nı bayrak yaparak Erdoğan’a karşı saflarını sıklaştırması anlamlı. Sözgelimi Murat Belge gibi bir dönem AKP hükümetini alenen destekleyen birisinin seçimin hemen ertesinde yazdığı yazıda ruh halini “6 Mart 1933 sabahı Almanya’da uyanmak” olarak betimlemesi hayli ilginçti. Yine Cengiz Çandar gibi AKP’ye başlangıçta belli limitler dahilinde kredi açmış birisinin sonradan hükümetin bazı kırılma anlarını faşizm tarihinde müstesna bir yere sahip olan “uzun bıçaklar gecesi” ile simgeleştirmesi ve dahi Cizre muhasarasını faşizmle kıyaslaması önemli. Son olarak AKP hükümetinin belli politikalarına rezerv koyduğu halde halen bu kesime meyyal Ali Bayramoğlu dahi Erdoğanizmi belki faşizm anlatısı üzerinden değil ama hiç de parlak bir hikayesi bulunmayan Abdülhamit üzerinden değerlendirerek rejim tartışmasına girmesi yepyeni bir duruma girdiğimizin açık kanıtı. Tüm bu analizlerden çıkarabileceğimiz en önemli husus, bu tartışma artık demokrasi ve demokrasinin renklerinin tartışması değil. Bir başka ifadeyle otoriter demokrasi, muhafazakar demokrasi benzeri demokratik tanımlamalar eşiğini geçmiş durumdayız.
***
Mamafih iktidara meyli olanlar bile artık olan biteni otoriterizm mıntıkasında karşılasa da bu söylemin klişe haline gelip işin totaliter kısmını örtmeye yarayan bir maske işlevi gördüğü açık. Sahiden de “terör tanımının genişletme çabası, vatandaşlıktan çıkarma, mülki amirlere mevzuata uymama çağrısı, Teşkilatı Mahsusa güzellemeleri, temizlik söylemi, ülkenin giderek linç rejimine girmesi, çökertme planı” benzeri totaliter rejimin semptomlarını gösteren işaretlerin çoğalması karşısında durumu naif bir otoriterlik olarak izah etmek doğru da değil, mümkün de değil. Bu yüzden bu tartışma faşizm olmadan yapılamaz artık. Ne var ki tüm bu faşizm söylemi noktasında yaşanan devasa enflasyona rağmen hala esaslı bir şekilde “rejim olarak faşizm” meselesini tartışabilmiş değiliz. Bu kavrama müracaat eden çoğu kişinin faşizm yakıştırmasını siyaseten tahkir sıfatı olarak kullandığı açık. Bu yüzden de işin teorisine girme zahmetine girmedikleri gibi yer yer faşizm alarmı veren telaşe memurları görünümü verdikleri ortada. Dimitrovgil anti-faşist analizlerin en büyük zaafının faşizmi neredeyse yalnızca ekonomizm ile açıklayan bir vasata sahip olması gibi şimdiki faşizm tahlili yapanların da en büyük zaafı faşizmi aşırı politik bir kulvara hapsetmesi. Her iki yorumda gerek iktisadi olan gerekse politik olana yapılan aşırı vurgu faşizmin alt sınıflara temas edip onları seferber eden doğasını görmemizi engelliyor. Bunlara rağmen artık faşizm bahsinde esas tartışmamız gereken şey yeni faşizmin, yeni Türkiye’de ne şekilde, hangi ideolojik kodlarda ve hangi aşamalara kadar rol oynayacağı meselesi. Bu manada bu yazının bir amacı Türkiye’de neredeyse unutulan bir mesele olan “rejim olarak faşizm” meselesini gündeme taşımak. Türkiye’de faşizm üzerine çalışanların eksik bıraktığı en önemli husus “rejim olarak faşizm” meselesidir hiç kuşkusuz.
***
Faşizmi iki dünya savaşı arası krize özgü olmuş-bitmiş bir olgu olarak tarihin uzak raflarına kaldırmaya dönük baskın bir yorum, hemen her yerde yaygın olduğu gibi Türkiye’de de egemen. Bu yorumun bir uzantısı olarak faşizm tartışılırken sıkça “hortlama” kelimesinin altının çizilmesi manidar. Böyle yapılarak faşizm; mazide kalmış, geçersizleşmiş, ekstrem bir akıma fanatizm ve bir ölçüde tesadüfen kapılmış sapkınlara özgülenerek ona istisnai bir rol biçilmesi sıkça görülen bir hal. Oysa faşizmin geriletilmesine rağmen hiçbir zaman kurumadığını ve değişik ideolojilere eklemlenerek değişik şekillerde topluma göz diktiğini biliyoruz. Faşizme karşı bir başka yanlış ezber de Nazilerin devasa kıyımına bakıp bundan böyle faşist bir rejimin tekerrür etmeyeceğine dair duyulan asılsız inanç. Bu türden yorum faşizmi yalnızca Nazilerin yıkımına özdeş kılmakla malul. Oysa Nazilerin yıkıcılığında olmasa bile faşist güdülere, kitle ruhuna ve linç rejimine yaslanan yeni faşizm rejimlerinin görülmesi pekala mümkün. Zira yeni faşizm teorisi, sıradan faşizm ile örgütlü faşizm arasında siyasal bir senkronizasyon kuracak kadar modern ve rasyonel. Yeni faşizm, klasik faşizmden farklı olarak ideolojik olarak daha esnek, kitle mobilizasyonu olarak daha az örgütlü ve spontane bunun sonucu olarak da “daha az devlet ve daha çok liderci” bir iktidar perspektifine sahip. O yüzden rejim olarak faşizm derken herkesin gözünün önüne gaz odalarıyla cisimleşen Nazi rejiminin gelmesi tartışmayı akim kılmakta. Fakat tartışmanın bu yerinde faşizmi ulu orta ve yerli yersiz kullanmaktan imtina etmek de gerek. Zira tam teşekküllü faşist bir rejimin başka bir şeyle kıyası yapılarak hafife alınmasının bedeli ağır olabilir her zaman. Bunu söylerken bazı siyasal süreçlerde otoriter rejimlerin faşizmi sıkça taklit ettiği veya pragmatik bir saikle faşizmi bir yönetim dekoru olarak kullandığını görüyoruz. Bundan dolayı faşizmi ataerkil despotluktan veya popülist otoriterizmden ayırmak her zaman basit değil. Faşizm üzerine çalışanların sıkça altını çizdiği üzere faşizmi, otoriteryanizmden ayıran çizgi hayli ince. Bu yüzden faşizmden bahsederken hiç değilse rejimin total bir toplumsal denetime göz diktiği, dinsel mahiyette bir devlet veya lider kültünü inşa ettiği, yoğun bir ırkçı-milliyetçi ritüelleri gündemleştirdiği, sürekli kitle iletişim seanslarıyla toplumsal seferberliği bir yönetim tekniği olarak kullandığı, milli iradeyi amentü haline getirip bu iradeye düşman ve zararlı kesimleri işaretlediği, sürekli savaş veya fetih olgusuna vurgu yaparak militarizmi tetikte tuttuğu, dava için ölme ve öldürmeyi teşvik ettiği, siyasal şiddeti bir sorun çözücü değer haline getirdiği, toplumu örgütlü bir linç rejimi haline getirdiği bir makro idare felsefesinden bahsetmekteyiz. Buradan yola çıkarak tartışmanın selameti açısından “rejim olarak faşizm” ile faşist rejim unsurlarını sıklıkla kullanan otoriteryanizm ve diktatörlük ayrımını yapmamız gerek. Bu bağlamda Faşizm ile otoriteryanizm arasında kurulan liberal özdeşliğin ve o yüzden her otoritaryen özgürlük sınırlamasında “totaliter” eğilimler görme alışkanlığının gerisinde, baskıcı otoriteyi tiranlıkla ve meşru iktidarı şiddetle karıştıran eski bir alışkanlığa işaret eden Arendt’i dikkate almakta fayda var.
***
Teoriyi pratikle sınadığımızda ise karşımıza iç açıcı bir manzaranın çıkmayacağı açık. Mussolini 1919 yılında faşizmi büyük burjuvazinin, devletin yasal araçlarının işçi sınıfını hizaya getirmekte yetersiz kaldığında onlara karşı savaşmak için kullandığı bir araç olarak tanımlarken bu tanımın M. Kemal’in Bursa’da irad ettiği nutka benzerliği hayli ilgi çekici. 5 Şubat 1933 yılında Mustafa Kemal belki de Mussolini’den ilham alarak Bursa’da Türk gençliğine ebedi görev çizelgesi yapar: “…Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. …Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, 'Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır' demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.” İşte Türkiye’de faşizm tastamam budur ve halen de bu. Mussolini’nin tanımında geçen “işçi sınıfı”nın yerine “Kürtleri” koyduğumuzda Türkiye’nin faşizm tarihini kısaca özetlemiş oluruz bir bakıma. Kabaca 1928 ile 1938 arası Kürtler “rejim olarak faşizmi” yaşarken, 1938-1998 arası faşizm nitelik değiştirerek “örgütlü faşizm” halinde Kürtlere karşı derin devlet biçiminde sahnelendi. 1998 ile 2015 arası ise Devlet Mahsulleri Ofisi kataloğunda Kürtlere linç rejimi yani gündelik faşizm uygulandı. Artık Devlet Hahsulleri Ofisi'nin bir mahsulü olarak linç rejimi de yetmiyor. Velhasıl ülkenin sıradan bir otoriterlik eşiğini aşıp yeni faşizm ideolojisinin modere ettiği faşist rejim unsurlarını temellük eden milliyetçi ve popülist bir diktatörlüğe kaydığı aşikar.
***
Ne var ki burada faşist rejimler ile faşist rejim unsurları arasında bir ayrım yapmak Türkiye örneğini düşündüğümüzde bize yol gösterici olabilir. Evleviyetle faşist rejimden söz edebilmek için yukarıda bahsettiğimiz faşist rejim unsurlarının tamamının veya önemli bir kısmının faşist bir hareket ve ideolojinin yönetimi altında bütünlüklü bir şekilde cari olması gerek. Genelde yapıldığı gibi her baskıcı ve zalim otoriter rejimi faşizm olarak tescillemenin faşizmi otoriterizmin bir şubesine indirgemek olduğunu akılda tutarak milliyetçi ve popülist diktatörlerin sıkça bir yönetim tekniği olarak faşist rejim unsurlarını temellük ederek bir yönetim biçimi haline getirdiğini biliyoruz. Bu manada faşist rejim unsurlarına yakından bakmakta fayda var. Bu unsurların en başında Carl Schmitt tarafından literatüre kazandırılan “istisna hal”in yani olağan üstü hal rejiminin süreklileşmesi gelir. Bu istisna haline karar veren, onu gerçekleştiren egemen figürü önemli. Egemen, anayasal düzeni rafa kaldırıp şiddet pratikleriyle totaliter bir rejim inşasına yöneldiğinde rejim faşizm yörüngesine girmiştir artık. Yanı sıra egemenin yani “lider” olgusunun kurumsallaşması gerek. Lider peygamberimsi bir öğreti ve politika adamı olmasının ötesinde bizzat gönüllerin adamı olmak gibi bir simgedir. Gerçekten de “reis” olarak kurumsallaştırılan Erdoğan’ın parti ve bürokrasi çevrelerinde siyaset adamı olmaktan öte büyülü ve mucizevi yetenekleri olan bir halk kahramanı seviyesinde görüldüğü aşikar. Bu yüzden ismine salavatlar getiriliyor, bu yüzden günde iki veya üç defa yaptığı konuşmaların en az on TV kanalından canlı yayınlanması önemli. Yeni faşizmde lider ile kitle arasında aracı olmamalı. Lider istediği an ve yerde halka aracısız değebilmeli. Bununla birlikte “Lider” etrafında kümelenen baskı operatörleri ile polis rejiminin kurumsallaşması diğer bir unsur. Buna ilaveten her şeyin gösteri haline geldiği ve kitlelerin rızalarını imal etmeye yarayan devasa medya ve propagandanın olması da elzem. Bu manada onlarca TV kanalı, yüzlerce internet sitesi ve matbuat kitleye seçenek sunmak için değil seçenek bırakmamak üzerine yayın yapmalı. Medyanın Göbbelsvari şekilde yeniden dizaynı ile tamamen yurttan sesler korosuna dönüşmesi ile liderin gün aşırı her gün canlı yayında nutuk atması halkın rejimin kolluk gücü haline getirilmesine çanak tuttuğu için vazgeçilmez. Yine en önemlisi de siyasal şiddet yöntemlerinin bir idare tekniği olarak tasarlanması da faşist rejimin unsurlarından. Zaten faşist radikalizmin popüler belirtisidir, şiddet. Şiddet, davaya tavizsiz bağlılığı sağlayan en önemli amil olarak kendisi dışındaki dünyayı yakmayı göze almanın ifadesidir. Şiddet laf ebeliği yerine erkekçe eylem demek olduğu için faşizm için en önemli değerdir. Şiddet olmadan faşist unsurlarının bir kıymeti yoktur. Kürdistan’da icra edilen şiddet bu anlamda kritik. Kürdistan’da devletin Tim haline bürünmesi de yeni rejimin kodlarından biri. Şiddetin yüceltimi, sürekli savaş saldırganlığı kitleyi zinde ve seferber tuttuğu için de önemli. Sürekli polis şiddetinin ön plana çıkarılması, özel tim mensuplarınca döşenen reise bağlılık fragmanları hep şiddet metafiziğine duyulan ihtiyaç ile alakalı. Buna ilaveten devletin Kürtler için Beyaz Toroslar, Osmanlı Ocakları benzeri SS örgütler, Sedat Peker şürekası üzerinden bir linçland haline gelmesi siyasal şiddetin aşırı şiddet sınırlarında gezdiğinin açık delili. Şiddeti besleyen en önemli amilin ise, ırkçılık olduğu aşikar. Faşist unsurların en gözde biçimi aşırı milliyetçilik ve ırkçılıktır. Irkçılık kitleyi davaya bağlarken, dava da ırkçılık üzerinden kitleyi zinde ve mobil unsurlar haline getirir. Türkiye’de iktidarla hemhal olan ırkçılık daha çok seçilmiş olduğuna duyulan bir aşkınlıkta gizli. Erdoğan’ın bu halk için bir lütuf olduğu, seçilmiş ümmeti mobilize eden seçilmiş bir reis olduğu yönündeki algı sürekli gündemde tutulmakta. Seçilmiş reis’in ise sürekli tek devlet, tek bayrak, tek millet şeklinde tekliği bir üstünlük vesikası olarak sunması tek olmanın getirdiği seçilmişliğe delalet. Bununla birlikte Kürtlerin bu seçilmiş kimliğin karşısına dikilerek düşmanlaştırılması, Kürtler söz konusu edilirken “temizlik”, “ya baş eğeceksiniz, ya baş vereceksiniz” şeklinde söylemlerle hedef haline getirilmesi kritik öneme sahip. Tüm bunlar İslamcı siyasetin belki biyolojik değil ama kültürel ırkçılığının yeni gösterenleri. Tüm bu tartışmayı şu şekilde özetlemek mümkün. Türkiye’de kitabi manada ayak sesleri duyulsa da henüz faşist bir rejimden bahsedemeyiz. Ancak an itibariyle yeni faşizm frekansında faşist rejim unsurlarını temellük eden popülist ve milliyetçi bir diktatörlüğün giderek kurumsallaştığı ise yeterince açık.
***
Faşizm tarihinde, faşizm hareketine karşı en erken uyarı ışığı yakan kişinin Alexis de Tocqueville olduğu muhakkak. Ona göre bağımsız bir toplumsal elitin yokluğunda, çoğunluğun toplumsal baskı yoluyla mutabakat dayatma gücüne sahip olması halkları tehdit eden baskı rejimine kapı aralamaktaydı. Yazar, devamla bu türden baskının kendisinden önce gelen hiçbir şeye benzemeyeceğine işaret ederek bir tanım bulmaya çalıştığını fakat eski despotizm ve tiranlık sözcüklerinin bunun için yeterli olmadığına değinmekteydi. Gerçekten de Türkiye’de çoğunluk adına hareket ettiklerini iddia edenlerin faşist rejim unsurlarını temellük etmesiyle birlikte klasik otoriterlik rejim eşiğini geçmiş durumdayız. Tocqueville’nin hissettiği gibi gelen dalga yakın dönemdeki hiçbir şeye benzemiyor. Hülasa oluk oluk kan akacağından bahsedenlerin, Teşkilatı Mahsusa'ya övgüler dizenlerin, Van, Bitlis ve Siirt’te canlı bir tek Ermeni bırakmadığı halde Kut’ül Ammare üzerinden keşfedilen Halil Kut Paşa'yı yeni rejimin ikonası olarak ortaya çıkartanların, 1. Dünya savaşının parantezini kapatmak için acımasız direniş çağrıları yapanların inşa edeceği yeni Türkiye’nin yeni faşizm otobanına girdiği tartışmasız.
Kaynakça
Tanıl Bora, Faşizmin Halleri, Birikim dergisi, sayı 133
Fırat Aydınkaya, Ebedi Dönüş, Yeni Faşizmin Kökenleri, Belge yayınları
Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları, İletişim Yayınları
Robert Paxton, Faşizmin Anatomisi, İletişim yayınları
Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim yayınları
Fırat AYDINKAYA / Politikart