DERVİŞ CEMAL
Türkiye devrimci hareketinin önder kadrolarından İbrahim Kaypakkaya bundan 43 yıl önce 18 Mayıs 1972 tarihinde Diyarbakır’da işkenceyle katledildi. “Ser verip sır vermeyen” Kaypakkaya’nın bilinmeyen yazılarını “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya” adıyla kitaplaştıran yazar Emrah Cilasun ile Kaypakkaya’yı konuştuk. Tekin Yayınevi’nden çıkan kitap Kaypakkaya’nın yazıları ve mücadelesine yer veriliyor.
Kaypakkaya’nın bilinmeyen yazılarını uzun yılları kapsayan titiz bir çalışmayla derlediniz. Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?
Ünlü sözdür: “Marksizm karşıtlarıyla mücadele içinde gelişir.” Kaypakkaya’nın özgünlüğünü anlamak için ilkin, karşıtlarının ona karşı –fikri mücadele vermek yerine- ne gibi manevralara giriştiklerine bir bakalım. Mesela bir Doğu Perinçek’i ya da Halil Berktay’ı ele alalım. Kitapta, Kaypakkaya’nın biyografisinde yorum yapmadan örneklerini vermeye çalıştım: Perinçek, Kaypakkaya’yı tasfiye etmek için türlü manevralara baş vururken, ondan ilham alan Berktay daha da ileri gidip, örgüt içerisinde Kaypakkaya’nın öldürülmesini talep edebilmiştir. Bunlar aslında keskinleşmiş bir çelişkinin sadece tezahürleridir. İyi ama bu çelişkiler nedir ve nasıl keskinleşmiştir? Burası irdelenirse Kaypakkaya’nın gerçek özgünlüğü sanırım o zaman anlaşılır.
Bakın eğri oturup doğru konuşalım. 1966’da Çin’de, Büyük Proleter Kültür Devrimi başladığında, dünya çapında ona destek veren milyonlarca insan vardı. Fakat bu destekçiler her devrimde olduğu gibi, aslında bir bütün değillerdi. Kültür Devrimi’ni desteklemelerinin çeşitli nedenleri vardı. Sadece çok küçük bir azınlık, kapitalizmden komünizme doğru bir geçiş aşaması olan sosyalizmde, antagonist sınıf çelişkilerinin var olduğunu, bunların devam ettiğini, bu çelişkilerin –Stalin’in iddia ettiği gibi- emperyalizm tarafından, dışarıdan değil, bizat sosyalizmin kendi içinden kaynaklandığını; dolayısıyla, yeni türemekte olan sömürücü bir sınıfın, komünist partisinin göbeğinde konakladığını; doğru bir önderlik altında, kitlelerle birlikte bu duruma müdahale edilmediği taktirde, SSCB’de olduğu gibi kapitalizme geriye dönüşün (1956’da) kaçınılmaz olduğunu idrak ediyordu. İbrahim Kaypakkaya, Kültür Devrimi’ni doğru kavrayan bu azınlığa mensuptu. Onun bütün teorik önermelerinin kaynağı Kültür Devrimi’di. Oradan ilham alıyordu. Peki ya Perinçek ve Berktay?
Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de, Mao’ya ve Kültür Devrimi’ne, 1970’lerin başında devrimci milliyetçi reflekslerle, pragmatistçe sarılanlar vardı. Mesela Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergisi (ya da bu derginin ardındaki kısa adı TİİKP olan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Türkiye’de bu pragmatizmin başını çekiyordu. PDA, ilk başta SSCB ile Çin arasında epey bir gelgit yaşadıktan sonra, tercihini Çin’den yana yapmıştı. Bakın İbrahim Kaypakkaya bu pragmatist tercihin tarihi serüvenini şöyle anlatıyor: ″Uluslararası planda, dünya komünist hareketiyle modern revizyonistler arasında ortacı bir tutum benimsendi. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde burjuvazinin iktidarı tekrar ele geçirdiği, proletarya diktatörlüğünün burjuva diktatörlüğüne dönüştüğü reddediliyordu. Hele Sovyetler Birliği’nde modern revizyonizmin sosyal-emperyalizme dönüştüğü kesinlikle reddediliyordu. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin tecrübeleri reddediliyordu. Hem sosyalizmle, hem de başını Sovyet revizyonist kliğinin çektiği modern revizyonizmle dost geçinme yolu tutuluyordu. SBKP’nin ve diğer revizyonist partilerin ufak-tefek (!) hatalar işlediği kabul ediliyordu. (Kendilerinin işlediği cinsten!…) Sonradan TİİKP olarak adlandırılan burjuva klulübü bu şartlarda, bu ideolojik temel üzerinde doğdu. Bir yandan başlıca konularda modern revizyonist çizgiyi sürdüren PDA kliği, daha sonra Mao Zedung Düşüncesi’ne el attı. Bu nasıl mümkün oldu? Elbette Mao Zedung Düşüncesi’nin özünü bir kenara bırakarak…″
Kaypakkaya’nın bu saptamasının ardından Perinçeklere ve Berktaylara ne oldu? Nasıl bir seyir izlediler? Evrilip bugün nereye geldiler? 60’larda Marksizmi dilinden düşürmeyen Perinçek, göğsünü gere gere 12 Eylül mahkemelerinde ABD ve NATO’nun yanında durduğunu itiraf etti. Bugün milliyetçilik ve şovenizmde MHP’ye bile rahmet okutmakla kalmadı, kanlı bıçaklı olduğunu iddia ettiği sarayla aynı kavşakta buluştu. Açıktan sarayın yanında yerini aldı. Peki ya 1970’de Mao’ya övgüler düzen Halil Berktay? İşte görüyoruz. Bugün saray sofrasının sadece müdavimi olmakla kalmıyor, aynı zamanda danışman olmak içinde adeta çırpınıp, duruyor.
Velhasıl –bahsi geçen ikili örneğinde olduğu gibi- tüm bu tarihsel arka planı göz önünde bulundurursanız, Kaypakkaya’nın özgünlüğünü sadece anlamakla kalmaz hatta taktir bile etmiş olursunuz.
Kaypakkaya deyince iki tespiti tahlili ön plana çıkıyor: Kemalizm eleştirisi ve ulusal mücadeleye bakışı. Kemalizm eleştirisini ve ulusal soruna bakışını bugünün Türkiye’si ele alındığında nasıl okumak gerekiyor?
Biraz evvel yukarıda, Kaypakkaya’nın teorik önermelerinin ilham kaynağının Kültür Devrimi olduğunu söyledim. Bu hakikaten böyledir. Bakın Kültür Devrimi, o tarihi ana kadar Uluslararası Komünist Hareket’in geçmişinden gelen kimi hatalara –maalesef tümüne değil- neşter vurmuştu. Mesela Kültür Devrimi, 3. Enternasyonal’in (Komintern), Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıyla dünya devriminin çıkarlarını bir ve aynı gören, çelişkisiz var sayan hatalı çizgisini (gerçi Çinli devrimcilerde daha sonra bu hatayı tekrar ettiler) sorgulamanın kapısını aralamıştı. Kaypakkaya bu kapıdan içeri adımını attı ve gerisi çorap söküğü gibi geldi. Lenin ve Stalin’e halel getirmeksizin, 1920’lerde SSCB’nin, Mustafa Kemal ve Ankara hükümetine destek vermesinin meşru ama bunun Türkiye’inin komünistlerine empoze edilmesinin ise doğru olmadığını çok net bir şekilde ortaya koydu. Türk ticaret burjuvazisinin Ermeni soykırımı esnasında, Ermeni burjuvazisinin sermayesine el koyarak palazlandığını; bu burjuvazinin, Kürt feodal ağalarıyla ittifak yaparak cumhuriyet rejimini kurduğunu; rejimin, komünistleri amasız takip ettiğini; çeşitli milliyetlerden emekçilere kan kusturduğunu; Kürt ulusu ve tüm azınlık milliyetler üzerinde muazzam bir asimilasyon, milli baskı ve şovenizm estirdiğini verileriyle birlikte kanıtladı. Tüm bunlar sadece Komintern üyesi olan ve Türk şovenizminin etkisinde kalan TKP’den değil aynı zamanda Komintern’den de nitel bir kopuştu. Kaypakkaya aynı kopuşu bahsettiğiniz ulusal sorun bahsinde de yaptı. Sağır Sultan’ın bile duyduğu Kürt ulusunun varlığını kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda onun kendi kaderini tayin hakkından bahsettiği gibi, ulusal sorunun komünist bir devrimle doğru çözümüne işaret etti. Bu meselenin “nasıl okumak gerekiyor” sorunuzla doğrudan alakası var.
Zira Kaypakkaya her konuda olduğu gibi, Kemalizm ve ulusal sorunda da bağımısz, komünizmin kendi çizgisini temsil etmekte ısrarcıydı. Kaypakkaya, öyle “ben bunu destekliyorum çünkü komünizme tabii kılacağım” deyip, desteklediği şeyin tabiatına geçme yanlısı değildi. Mesela TKP’nin Kemalizmi destekleyip, rejimi komünizme tabii kılma saçmalığına nasıl karşı geliyorduysa, ayı zamanda o yıllarda Perinçek’in Türk şovenizmi ile Kürt milliyetçiliği arasındaki beynamaz çizgisini de eleştiriyordu. Mesela şu sözleri ona istinadendir:
“… Milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik muhtevayı desteklemekle yetinecek,onun ötesine geçmeyecektir.”
Kaypakkaya’nın devrimci mücadele ile tanışmasından öldürülmesine kadar uzanan hızlı yaşam serüvenini tarih cetvelinde nereye oturtmak gerekiyor?
İbrahim Kaypakkaya, bütün bir insanlığın komünizme doğru bilinçli yürüyüşünün, yüs küsur yıllık birinci evrensine aittir. (Bu evre 1871’de Paris Komünü ile başlamış, 39 sene Sovyetler Birliği’nde, 27 sene de kızıl Çin’de esas olarak başarılarıyla ve tali planda da küçümsenmeyecek hatalarıyla 1976’da kapanmıştır.) Kaypakkaya’nın kendi ekolünü kurmasıyla öldürülmesi arasındaki süre toplam 11 aydır. Fakat geride bıraktığı teorik miras derinlemesine irdelendiğinde, demin bahsettiğim, komünizmin bütün bir yüz küsur yıllık tecrübesini (doğruları ve yanlışlarıyla) içinde barındırdığı görülecektir.
Nasıl mı? Günümüzle ilintili bir örnek vereyim. Gazeteniz BirGün’ün vaktiyle attığı “Yiğin Birbirinizi” manşeti çok eleştiri almıştı. Halbuki bu manşet son derece doğruydu ve solun geçmişi hatırlanacak olunursa çok istisna bir manşetti. Bugün sol cenahta, genel bir düzlemde arzu edilen nedir? Mümkün olabildiğince saraya karşı geniş bir cephenin oluşturulmasıdır. Hatırlayalım, Türkiye’de solun tarihi bir baş düşmana karşı, diğer ehveni şer olanlarla ittifak yapma arayışlarıyla geçmiştir ve hep hüsranla sonuçlanmıştır. Vahdettin’e karşı Mustafa Kemal, İnönü’ye karşı Bayar/Menderes, Menderes’e karşı ordu, Demirel’e karşı Ecevit, Evren’e karşı Özal vb. Bu ittifak arayışı teorik olarak kime dayanır? Esas itibariyle Dimitroff’a, onun meşhur, “en gerici, en şoven olmayan burjuvaziyle ittifak” önerisine. Sınıf uzlaşmacılığına kapıyı aralayan bu önerinin sonu fecaat olmuştur. 2. Dünya Savaşı esnasında ve sonunda, komünist partileri, ülkelerinin faşist olmayan burjuvalarıyla sınıf uzlaşmasına varmışlardır.
Gerçi İbrahim Kaypakkaya da Dimitroff’un bu alıntısına kitabında yer verir ama bilimsel açıdan dertli olduğu her halinden bellidir. Zira Dimitroff’da göremeyeceğiniz şu satırlara Kaypakkaya’da rastlarsınız: “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanını tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir.”
Kaypakkaya’nın Denizlerle, Mahirlerle kıyaslandığında daha az görünür olmasının nedeni nedir?
Bu dünyadan başkasının mümkün olmadığı, komünizmin bittiğinin vaaz edildiği bir dünyada Kaypakkaya’nın daha az görünmesine şaşmamak gerekir. Fakat ilginçtir. Bambaşka bir konuyla ilintili olarak, geçenlerde bir yerlerde şöyle bir şey duymuştum: “Neden bugün Lenin değil de Rosa Luxemburg daha çok öne çıkartılır?” Cevap: “Luxemburg, proletarya diktatörlüğüne karşıdır. Sosyalizmde komünist partisinin önderliğine karşıdır.” Tüm dünyadaki devrimciler açısından, Luxemburg ve onun can yoldaşı Liebknecht hakikaten Lenin’in değimiyle dağ kartallarıydılar. Ama bu gerçek bence, Luxemburg’un, proletarya diktatörlüğü ve komünist partisinin öncülüğüne ilişkin söylediği yanlışları ortadan kaldırmıyor. Gezmiş ve Çayan, kelimenin tam anlamıyla dağ kartallarıydılar.
Yazılara bakıldığında da, o yaşta bir devrimciye göre dikkatlerden kaçmayan bir bilgi birikiminin, analiz yeteneğinin olduğu görülecektir. 20’li yaşlardaki bir devrimcinin Türkiye okuması, Kürecik, Çorum vs detaylı analizleri.
Karl Popper’in iddiasının tersine komünizm bir “ahlak” değil, bütün bilim dallarını kucaklayan, onlardan beslenen bir bilimdir. İbrahim Kaypakkaya da bir mesih ya da bir ikona değildi. Kaypakkaya, modern matematik ve fizikte son derece başarılıydı. Muazzam bir soyutlama yeteneğine sahipti. 1967-1972 arasında Türkçeye çevrilmiş ne kadar Marksist eser varsa bunların çoğunu okumuştu. Marksist bilimi, diğer bilimlerden elde ettiği bilgiyle harmanlamıştı. Marksist metod ve yaklaşım tarzıyla bahsettiğiniz saha araştırmalarını yapmıştı. Bu araştırmalarda kendi teorik önermesinin sosyal tabanını aramakta olduğu çok bariz. Ama bunun da ötesinde, o araştırmaların en önemli yanı, kendi önermelerinin, aradığı sosyal tabanla temas ettiği taktikrde sonuçlarının neler olduğunu tespit edebilmiş olmasıydı. Yani? Somut konuşacak olursak. Sadece araştırma yaptığı alanlarda devrimi sırtlayacak en yoksul köylüleri bulmakla kalmıyor, aynı zamanda bu köylülerin devrimci fikirlerle buluştuğu taktirde ne gibi tepkiler verdiklerini de araştırmasına dahil ediyordu.
Kaypakkaya’ya dair sizi en çok şaşırtan yazı olay vs neydi?
Kaypakkaya’nın vizyonunu anlamak açısından iki örnek vereyim. Birinci örnek, PDA’dan ayrılmadan kısa bir süre evveline aittir. Malatya yöresinden bir yoldaşını, Hakkkari ve çevresini gidip araştırmakla görevlendirir. Bir ay kadar bölgeyi gezip gelen yoldaşının “çok geri kalmış bir bölge” diye şikayet etmesine karşılık Kaypakkaya heyecanla “bilakis, tam da yerleşilmesi gereken bölge” der. PDA ayrılığıyla birlikte Hakkari’ye gidip, yerleşme ertelenir.
Bir başka örnek ise şöyle: Tıpkı Çorum ve Kürecik araştırmalarına gerek duyduğu gibi, aynı bilimsel metod ve bakış açısıyla Kaypakkaya, toplumun göz bebeği konumundaki entelektüellere de muazzam önem veriyordu. 1972’nin Ağustos’unda bugün geriye bıraktığı yazıları daktiloya çektirdikten sonra, derhal bir yoldaşını (Davut Kurun’u) bu yazıları Ankara’daki entelektüel çevrelere yayması için görevlendirmişti. 12 Mart’ın hala hüküm sürdüğü ortamda Ankara’ya gelen Kurun, “yaz tatilinde Ankara’da nasıl entelektüellere ulaşırım” diye düşünürken, bir resam arkadaşı “TÜBİTAK’a gitsene” der. Bunun üzerine Davut Kurun soluğu TÜBİTAK yemekhanesinde alır ve yazıları dağıtmaya başlar.
birgün