İkinci Dünya Savaşından hemen sonra başlayan, Berlin’i ikiye ayıran duvarın yıkılmasına kadar süren yarım yüzyıllık "Soğuk Savaş" süreci, "güler yüzlü" sömürgecilik evresiydi. Kaymağı alınacak, kanı emilecek topraklar, işgal ordularıyla değil yerli generallerin çizmesi ya da "demokrasicilik oyunu"yla seçilmiş diktatörlerin baskı cenderesiyle, "efendinin hizmetinde" tutuluyordu.
Batı bloğundaki geri, yarı aç ülke rejimleri, Amerika’nın gözüne girip daha çok yardım alabilmek için, "Komünistlerle mücadele" adı altında kendi halkına eziyet ediyordu. "Hizmet vermeye karşılık yardım almaya" alışık olan TC, yaranma yarışının en hızlısıydı.
1949 yılında kurulan NATO’ya girmek için, "Rusya bize saldıracak" yalanını uydurup Amerika’ya yanaşmış, sonra Senatör McCarthy 1950 yılında "her yerde Komünist var" kampanyasını içeride yaymış, bugün Kürtlere yaptıklarının bir benzeri olarak, o dönemde adı öne çıkmış ne kadar muhalif yazar, bilim insanı ve sanatçı varsa hepsini tutuklanmıştı. Ancak, bu da Türkün hızını kesmemiş, AKP’lilerin Kürtçe kılam mırıldayanı da linç etmeye kalkışması gibi, insan avını her yana yaymış, İlhami Soysal’ın başına geldiği üzere pipo içen, gözlük takan ve kitap okuyanları da avlanacaklara dahil etmişti.
Amerika, yer yüzündeki bütün Komünistlere savaş tertibinden Kuzey Kore’ye cephe alınca, Türkler derhal durumdan görev çıkarmış, bir tugay askerle savaşa dahil olmuş, bu arada Aziz Nesin’i casus diye tutuklamış, ancak onu değil, ama Amerika, Rus casusu diye karı-koca Rosenbergler’i asınca, Hayati Karaşahin adındaki eski bir askeri ipe çekerek, sadakatini ve bu sayede, askerlerinin donunu da verenin güvenini kazanmıştı.
Latin Amerika dediğimiz Güney Amerika ülkeleri de, bu dönemde büyük acılar yaşadılar. Ancak onlar, palavrada "Türk gibi özgürlüğüne düşkün" ve en son AKP örneğinde olduğu gibi her gelen biat edip alkışa duran değildi.
Onur savaşçıları olarak diktatörlere başkaldırdılar. Onlar, 1990’ların sonlarına kadar Kürtlerin düellocu deyişiyle "çi dibê bila bibê“ diyerek, onur savaşında bedeller ödediler. Kıtanın yarısı, Kürdistan gibi mezarsız ölüler ormanına dönüştü.
Çağımızın sinema büyücülerinden Kosta Gavras, bir filminde, kamerasını 1970’ler El Salvador’da dolaştırıyordu. Bir dağın bayır ve "mesiller"ine yayılan çöplükte, tüten çöpler arasından insan bedenleri, kol ve bacakları yakın plana geliyor, ekrana doluyordu.
Faşizm, öz anlatımıyla buydu. Faşizm, kendisinden olmayan her her farklılığa, ayrı görüş, farklı insan soyu, ırka, öbür dil ve inanca, mezarı bile fazlalık gören düşmandı. Ölüleri için, mezar taşı fazlalıktı. Latin Amerika’nın Pinochet (Şili) diktatörlüğü, Arjantin’in goril bakışlı diktatörleri de çöplükleri, düşmanları için mezarlık olarak kullanıyordu.
Kürdistan’ın Geliyê Zilan’ın yamaçları, tepe ve yaylaları, 1930’larda baştan başa açık hava mezarlığıydı. Günümüzde hala, eşelenen bahar suları meselleri, sel yataklarından insan kemikleri fırlıyor. Dersim’de de öyle…
1990’larda Türk ordusu ve kiralık sivil çeteler için, Kürdistan’ın her uçurumu, kayalığı açıkhava mezarlığıydı. Kasaplar Deresi, çöplük mezarlık olarak ünlüydü. Ölüleri, kuyulara da atıyorlardı. Bazı kışlaların çevresi kazılınca, insan kemikleri yayılıyor…
Çağlar, dönemler değişti ama, vahşetin çağrısı hiç değişmedi. Batıdan uzaklaşan TC, günümüzde Türk-Suudi Arabistan rumuzludur. AKP rejiminde İslam soslu Türk ırkçılığı önde. Ama yardım gelince, "İslam" adı altında Suudi milletçiliğine bürünüyor.
Ancak iki halinde vahşet saçıp, barbarlığın doruklarına kanatlanıyor.
Kürdistan dağı, taşı, düzü, yaylası, pek çok şehriyle insana, güç yettirdikleri hayvanlara bile yasak. AKP o kadar dindar, öylesine Allah yarattığı için insan seviyor ki, IŞİD diniyle tankları, topları otomatiğe bağlamış şehirlere gülle yağdırıyor.
Toplarla ayakta kalan tarihi, tıpkı IŞİD dininin yaptığı gibi altına dinamit koyup yıkıyor. İnsanlıktan iz kalmasın diye…
Yıktıkları şehirlerin yıkıntılarını (Diyarbakır ve Cizre) kamyonlarla taşıyorlar. Analar, molozların boşaldığı nehir kıyılarında yatıp kalkıyor. Ey Şorolo, "tuh ki senin vicdanına, kan dökmeye, tecavüz ve hırsızlığa ayarlı insanlığına ki" hem dinden, dindarlıktan bahsediyorsun, ama hem de senin kamyonların boşaldıkça, analar dökülen taş, toprak, beton yığınına hücum edip alt üst ederek evlatlarının cesetlerini, onlardan bir parça arıyorlar.
T24 İnternet Sitesinde yayımlanan haberde, senin varlarlığını, bir ana Fahriye Çukur şöyle anlatıyordu:
"Benim kızım okul üniformasıyla Sur’da katledildi. 16 yaşındaydı. 4 aydır cenazesini bulamıyorum. Sur’daki hafriyatlar, Dicle Nehri’ne döküldü. Hafriyat içinde ceset arayan anneyim. Cesedini bulamıyorum.”
Söylenecek tek söz var: unutma kızının cesedini moloz yığınları arasında arayan ananın söylediklerini! Şorolo Faşizminin bütün Kürtlere reva gördüğü ortak kaderdir, çünkü...
Ahmet KAHRAMAN / Politika