"Ben kırım başlarken doğmuşum. Ailem, Düzgün Dağı eteğinde, köyümüze yakın ormana sığınıyor. Annem, iki yıl boyunca saklandıkları yeri daha sonra gösterdi bana. Gizlendikleri yer, Türk askerlerinin geçiş yolunu tepeden gören, sık meşelik bir tepedeydi."
Bu bebek, kıranda yaşadıklarını hiçbir zaman hatırlamadı. Ama annesi ve öteki mazlumların anlatılarıyla yüreği kin, öfke dolu büyüdü.
"Kimse, kin ve öfkemi yadırgamasın" diyordu. "Ben bir Kürt’üm. Dersim kırımının tanığı, hem de yüreği kanayan mağduruyum. Herkesin annesi kendince değerlidir. Ben değerlimi ağlarken gördüm. Gözyaşları ile kırana uğramış halkı ve sevdiklerinin yasını tutarken."
Tek gömlekli, yalın ayak çocuk
Onun adı, Haydar Işık. Dersimli bir Kürt. Nazimiye adıyla ilçe yapılan eski Ermeni köyü Kızılkilise'den Zarife (Zerê) ile İsmail'in oğlu, diyar-bucak dolaşıp yüreğini dolduran hüznü döken Ahir Zaman Dervişi misali, Kürdistan'ın, özelde ise Dersim'in trajedisini kelimelere döken bir yazar o.
Ailenin beş kızdan sonra doğan ilk ve son oğlan çocuğuydu. Kürt geleneksel yaşama biçiminde, ailenin "urt ile ocağı", başka bir deyişle, erkek olarak tek varisiydi. Bu nedenle, ailenin 'delali'si (değerli) idi.
Ama kendini bildi bileli hep yoksuldu. O da yaz, kış yalınayak...
Pamuklu dokumadan beyaz donun üstüne giydiği bir tek gömlekle büyüdü. Bu yüzden kar kalınlığının iki metreyi aştığı kış mevsimini, zorunlu mahpuslukla, ev içinde geçirdi. Gömleği yıkandığında 'pexirî'nin (ocak), Fransızca adıyla şöminenin karşısında çıplak oturarak kurumasını bekledi.
Yine de sayısız Dersimli çocuğa oranla şanslıydı. Köyünde (kasaba) okul vardı. İlk defa okula giderken, 'ayakkabı' diye çarığa sahip oldu.
İlkokuldan sonra sınavla Akçadağ Yatılı Öğretmen Okulu'na devam hakkını kazanınca ilk defa potine (kösele ayakkabı) giydi, ayağına.
Kürt kimliği
Çocukluk ve gençliğinin geliştiği yıllar, Kürdistan'ın asker postalı ile namlu arasında sıkıştırıldığı korku süreciydi. Kürt’ün kimliği, dili, kültürü yasak, adı yoktu.
Çocuk Haydar Işık'a göre, bu dönemde "Tırk" ya da "Tırko" dedikleri Türkler, insanlardan farklı giyinen, yine farklı olarak omuzda tüfek ortalıkta dolaşıp karşılaştıkları insanlara eziyet eden, gasp yapan, haraç toplayan yaratıklardı. Annesinin söylemiyle katil...
Bir de kasabada gördüğü sivil "Tırk" vardı. Onlar insandı.
Fakat daha sonra duyguları ve düşünceleri değişecekti. Askeri ve siviliyle Türkler, bir bütün olarak, katil değillerdi. İçlerinde insan olanlar da vardı. Katil yaratan, devletin ırkçı ideolojisiydi...
Koca Kürt
O kör karanlık yıllarda, çevresindeki herkes gibi Alevi'ydi. Dersim'in başına gelenleri de buna bağlıyordu. Fakat daha sonra kazın ayağı gerçeği kendini gösterecekti. Dersim, kimliği nedeniyle kırıma uğramıştı.
Alevilik inanç ama Kürt kimliği onların teniydi. Bu bilinç, hayatının dönüşümüydü.
Onu gazete yazılarıyla tanıdım. Sonra erişebildiğim kitaplarını okudum. Dersimli Memik Ağa, Sultan Selahaddin, Abdal Han ve daha sonra gelecek olan Arevik, Dersimli Xecê'nin Kefareti romanlarının yazarıydı o.
İlk defa Frankfurt Kitap Fuarı'nda uzaktan gördüm. Sonra tanıştık. İlk merhabadan sonra kırk yıllık dost gibi kaynaştığımı hatırlıyorum.
Dersim'den giderek Kürt ve Kürdistan'a sevdalıydı. Herkesin Kürdistan'ı kendine, dikeni bile gül sayılan onun Kürdistanı da kusursuzluğuyla kendinceydi.
"Halkıma karşı, kendini borçlu hissediyordum, borcumu ödemek için yazmaya başladım" diyen...
Kürdistan söz konusu ise sözünü esirgemeyen, doğrularını eğip bükmeden söyleyen, o nedenle kimilerine hoş görünmeyen bu 'Koca Kürt'ün en büyük hayali, özgür Kürdistan'dı. Ancak bağımsız Kürdistan'ı görmese de yoldaki hızlı koşusunu görmekten mutluydu. Dersim Soykırımı nedeniyle Türk devletini dünya yargısının önüne çekmek, ikinci rüyasıydı. Lahey'deki (Den Haag) Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne dilekçe verildiği gün yanındaydım. Kanatları olsa sevinçten uçacak kadar mutluydu...
Alevilik, ona aileden mirastı. Ancak hizmet söz konusu ise Kürdistan'da yaşayan bütün inançlar onundu.
Örneğin Türklerin camiine giden Kürtler, namazdan sonra Türk din memurundan 'vaaz' adıyla hakaret, aşağılama, iftira dinliyor diye Münih'te cami açılışına öncülük etmiş, Dersim'de 20 kadının çalışacağı bir fırın yaptırırken, Güney Kürdistan'da da iki tane okul inşa etmişti. En son kampanyası, Kobanê'de okuldu...
Ben öfkeli olmayayım da...
O, 2016 Mayısı'ndan beri ağır bir hastalık geçiriyordu. Yaklaşık iki ay önce yazar Orhan Çelik ve Kürt folklor araştırmacısı da olan iş adamı İbrahim Şahin'le onu ziyarete giderken, onunla uzun bir röportaja oturmayı tasarlamıştım. Fakat halsiz görünüyordu. Yormak istemedim. Söyleşiyi sınırlı tutmaya karar verdim.
Ancak hayatımda ilk defa tasarladığım yazıya elim gitmedi. Sanki vedaymış gibi elim geri çekildi. Söyleşinin yazıya dönüşümü sürüncemede kaldı.
Ben bu satırları yazarken Haydar Işık, hastanede büyük bir ameliyat daha geçirmişti. Doktorlar durumunun iyiye gittiğini söylüyordu.
Benim sorduğum, onun söylediklerini okuyalım:
Türk rejimi söz konusu olunca hep öfkelisiniz.
Ben öfkeli olmayayım da...
Neden?
Çünkü 1920'lerden beri Kürdistan'da hayat, ölüm, sürgün, yıkım ve yangınlar sapağında şekillenir. O nedenle her Kürt daha doğarken, yüreği öfke dolu ve isyancıdır. Ayrıca ben Dersimliyim. Soykırımın hem mağduru hem de tanığıyım. Hayatımın ilk iki senesi ailemle ormanda saklanarak geçti. O şartları hatırlamıyorum. Ama zulmün dayanılmaz acılarını dinleyerek büyüdüm. Yolda, dağda, evde, işte, nerede olursa olsun iki-üç kişi bir araya geldiğinde konuşulan tek konu kırımımızdı. Kış aylarında köyün kadınları bir evde toplandıklarında annem, beni de yanında götürürdü. Bazen ağıdımsı bir avazla ses sese ağlamaya başladıklarını görünce şaşakalırdım. Acaba bir yerleri mi sızlıyor ya da acıktılar mı diye düşünürdüm. Çünkü çocuk aklıma göre insanlar sadece acıktıklarında ya da bir yerlerinde acı, sızı hissettiklerinde ağlıyorlardı. Kırılanları andıklarını sonra kavradım.
Gözyaşı, bir kuşağın acılarını yenilere aktarmaydı, bir bakıma...
Evet, Türklerin zulmünü anlatma yöntemiydi. Askerler ölümün kendisiydi. Biz çocuklar, oyun oynayacağımıza yolları gözler, askerlerin gelişini köye haber verir, sonra saklanmak için primatlar (maymun) gibi dağlara koşardık. O arada genç erkekler ortalıktan çekilip saklanır, kaçma imkanı bulamayan kadınlar, genç kızlar, tecavüz ve tacize karşı tedbir olarak yüzleri, ellerine çamur, is karası sürerdi.
Büyük korku…
Nefret, hatta tiksinti de büyüktü.
Mesela?
Mesela isteyen askere su verirdi insanlarımız. Ama dudaklarına götürdükleri tas, kalaydan geçirilinceye kadar asla kullanılmazdı.
Haram diye mi?
Elleri, ağızlarının değdiği her şey haramdı. Ayrıca zalim...
Ne yapıyorlardı?
Ne yapmıyorlardı ki!
İnsanları dövüyor, aşağılıyor, sonra hiç utanmadan onların verdiklerini yiyor, içiyorlardı. Bir keresinde köye geldiklerinde komşumuz Hüseyin Kotak'ı sordular. Annem, Hüseyin'i bizim samanlığa, samanların altına saklamış, beni de "Kimseye bir şey söyleme" diye tembihlemişti. Kimseye bir şey söylemedim. Askerler aramaya başladı. Samanlığa girip her tarafı süngülediler ama bulamadılar. Köyde sevinç büyüktü.
Ailenizin kıran yıllarındaki kaybı?
Yakaladıklarından kimseyi sağ bırakmadılar. Annem Alan aşiretindendir. Alanlıları neredeyse dipten yok ettiler. Annem dağda saklanırken uzaktan tanıklık ettiği bir vahşeti ağlayarak anlatıyordu. Kim olduklarını bilmedikleri bir kafileyi ormana getiriyor, insanları ağaçlara bağlayıp üstlerine benzin mi, gaz yağı mı her neyse yanıcı madde döküyor, sonra kibrit çakıyorlar. Annem bağlı insanların feryat ede ede can verdiklerini, yanan ölülerin patlayarak havaya fırladıklarını anlatıyordu. Düzgün Baba'nın eteğinde Gerê köyü var. Orada Kemal Kılıçdaroğlu'nun aşireti Kureşanlardan bir grubu kurşuna diziyorlar. Kurşuna dizilenlerden Hıdır Bilgin adında bir çocuk yaralı kurtulmuştu. Onu tanıdım. Mıç dediğimiz bir komşumuz vardı. O cezaevinde olduğu için kurtuldu ama 40 kişilik ailesini bir arada kurşuna dizdiler.
Peki kıranın sebebi gerçekten isyan mıydı?
Hayır, başkaldırı diye bir şey yoktu. Bizim taraflar (Doğu Dersim) hiçbir şey yapmamış, Seyid Rıza'ya destek de vermemişti. Katledilenler arasında devletin savaş yollarını yapan, kışlaları inşa eden pek çok işçi, taşeronlar, müteahhitler vardı. Savaş araç-gereçlerini yiyecekli kışlalara taşıyanlar, çeşitli hizmetler veren işbirlikçiler...
Yani ayrım yapmadılar...
Yapmadılar. Mesela Memik Ağa romanımda bir işbirlikçinin başına gelenleri anlatıyorum. Yine Kürdistan'ın 1960'lardaki uyanış öncülerinden olan Dr. Sait Kırmızıtoprak'ın (Şıvan) amcası Hormekli Bertal Ağa da bir işbirlikçiydi. Devlet için çalışıyordu. Buna rağmen onu ve ailesinden 54 kişiyi bir arada katlettiler.
Mustafa Kemal’in Kürtlerle dostluk tertibinden, Kürt kıyafeti içinde arabasına alıp gezdirdiği, birlikte fotoğraf çektirdiği Dersim Mebusu Diyap Ağa'nın ailesini de…
Evet, Diyap Ağa'nın ailesinden yalnızca bir kız çocuğu kurtulabildi. O da tesadüfen...
Dersim'in adını da katlederek...
70 bin kişinin katlini Tuncelilikle kapattılar. Dersim'i Tunceli yaptılar. Tuncelilik, Dersim ruhuna beton dökmektir. Tuncelilik devletçilik, Kürt’ü kendine düşman etmektir. Halkımızı Alevi, Sünni diye ayırarak da birbirine düşman etmeye çalıştılar.
Ama kırana çıkarken, ayrım yamadılar.
Şüphesiz. Dersim inancıyla Alevi ama kırım Kürtlük üstüne seferdi. Nitekim soykırıma gerekçe yapılan bütün raporlarda, "Önlem alınmazsa bunlar Erzincan'ı Kürtleştirecek" deniyor. Bu ırkçı güdüyle kırıma giriştiler. Ben de adım adım ırkçılığı yaşayarak kimliğimi algıladım. İlk okul dördüncü sınıftayken, Ispartalı öğretmen Sabahattin Ataöz'ün falakasını yaşayarak. Ama en çok zoruma giden, sopacının Kürt olmasıydı. Akçadağ Öğretmen Okulu'nda ise Niğdeli öğretmen Hüseyin Arısoy'un yumruğu ile burnum kırıldı.
Bu olaylardan sonra mı sizde Kürtlük bilinci yerleşti?
Dersimlilik nedeniyle zaten bir öfke vardı ama itiraf etmeliyim ki Kürt kimliğimi keşfetmem Sait Kırmızıtoprak'ın sayesinde oldu. Doktor. Yaşça bizden büyüktü. Daha Tıp Fakültesi'nde öğrenciyken, yazın buluştuğumuzda bizimkileri toplayıp Kürt meselesini konuşuyor, tarihimizi anlatıyor, "Alevi inancından ama biz Kürdüz. Kürt olduğunuz için bizi kırdılar" diyordu. Bu dönemde "Kürdüm" demek yasaktı ama ben Türk baskı politikalarını sorgulamaya başlamıştım. 1961'de Dersim'de, Kamer Genç'in eşinin köyünde öğretmenliğe başladığımda, dağıtılmak üzere bana Mehmet Şerif Fırat'ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi kitabını gönderdiler. Balyaları hiç açmadan imha ettim. Bana göre bu benim ilk eylemimdi. Çünkü Mehmet Şerif, Türk ırkçısı bir Kürt'tü. Kitabı da Kürtlerin aslında Türk oldukları tezini işliyordu.
Yeri gelmişken: Yıllarca Tunceli Milletvekilliği yapan Kamer Genç'in eşi dediniz de, onlar Türk müydü?
Hayır, Türk ne gezer Dersim'de. Kamer'in ailesi pek tanınmış değil ama bizim oralarda herkes bu aileyi yoksulluğuyla bilir. Karısı ise tanınmış bir ailedendir, Arelli aşiretinden. Dedesi Ali'yi 1938'de IŞİD'çilerin yaptığı gibi kafasını keserek öldürdüler. Kamer Genç kimliğini inkar etti. Kürt'tür.
Her neyse, siz Kürtlüğünüzü anlatıyordunuz…
Liceli biri de beni çok etkiledi. Bizim kasabada Mal Müdürü'ydü. Bize şiirler okuyordu. Kürtçe'nin şiir dili olduğunu ilk defa o zaman duydum. Kürtlük bilincinden sonra ikinci eylemime gelince...
Evet...
1961'de bir gün arkadaşlarımla kasabada Memurlar Kulübü dedikleri kahvehaneye gittik. Kahvehane doluydu. İlçenin kaymakam ve yargıcı da bir masada kağıt oyunu oynuyordu. Radyonun düğmesini çevirdim, Erivan radyosunun Kürtçe müzik programı çıktı. Yargıç Özdemir Akıncı, öteden bana, "Kapat onu, o yasak" diye seslendi. "Siz" dedim, "İstanbul radyosunu dinliyorsunuz ama sıra müziğimize gelince yasak diyorsunuz." Tartışma başladı. Üstüme yürüdüler. Kavga ettik. Sonra yargıç ifademi almaya kalkışınca, "Seninle kavga ettik, sen benim ifademi alamazsın" dedim ve ifade vermedim. Ama hakkımda idari soruşturma açıldı. Bir müfettiş geldi. Türk ama vicdanlı biriydi. İfademi alırken, "Bunlar seni burada yaşatmayacaklar, en iyisi sen askere git" deyince sözüne uyup askere gittim.
Askerlikten sonra?
Yüksek Öğretmen Okulu'nu bitirip Ankara'nın Nallıhan kasabasında ortaokul öğretmenliğine başladım. Oradan İzmir'e nakledildim. İzmir'deyken gündüz öğretmenlik, gece de öğrencilik yaparak Eczacılık Okulu'nu bitirdim. Derken 1974 yılında imtihanı kazanarak Almanya'ya öğretmen olarak gönderilme hakkını kazandım.
Ve Almanya'da aktif olarak Kürt meselesi, öyle mi?
Evet, Almanya'da aktif olarak Kürt davasıyla ilgilenmeye başladım. Bu arada 12 Eylül darbesi oldu. Beni merkeze çağırdılar. Dönmeyince hakkımda yakalama kararı çıkardılar. Yurttaşlıktan çıkardılar. 1982'de de ülkedeki bütün varlığıma el koydular. Almanya'ya iltica edip kaldım. Sonra Almanya yurttaşlığına geçtim.
Mallarınız sonra ne oldu?
Ailemden kalma ev ve bir iki parça arazi vardı Dersim'de. Satışa çıkarılırken kızım ve oğlum ihaleye katılıp satın aldılar.
Edebiyatla ilginiz Almanya'da mı başladı?
Evet, halkıma karşı kendimi borçlu hissediyordum. Yazı ifade tarzlarından biriydi. Yazarak borcumu ödemeye çalıştım. İlk önemli kitabım Memik Ağa idi. Sonrası geldi.
Dönüp geriye baktığınızda Kürdistan mücadelesinin geldiği aşama için ne dersiniz?
Bir zamanlar adımız yoktu. Kürt’üm demek yasaktı. Halkımız sindirilmişti. Bugün Kürt kimliğini bayraklaştıran kalabalıklar meydanlara sığmıyor. Kürtler kendi ordularına, kurumlarına sahipler. Yerel yönetimde iktidardalar. Bütün dünyada Kürt varlığı yankılanıyor.
Siz 37 yıl sonra ülkenize gidebildiniz...
Babam değil ama annem, uzunca yaşadı sayılır. İkisinin de cenazesine gidemedim. 37 yıl sonra 2015 yılı baharında gidip mezarlarını ziyaret edebildim.
Not: Ahmet Kahraman tarafından yapılan bu söyleşi, 19 Ağustos 2016’da Özgür Politika’da yayınlandı.