Koyu gri, iç karartıcı bir Avrupa gününün başlangıcı. Kürtçe söylemle “mıj u duman” ile ağlayan, ıslak bir Avrupa sabahı...
Yarı uykusuz geçen, uzun bir geceden sonra, isteksizce kalktım. Güne başlamak üzere, koyu ve südü az bir kahveyle masaya oturdum. Sonra telefonum ses verdi.
Erken öten hiç bir telefon, yeni günü haber veren horoz sesi değildir. İyiliğin alameti, esenlik, güzelliğin habercisi de. Bu yüzden, erken sesten ürperirim ben. Yüreğime korku damlaları düşer.
Ve yüreğim ürpertiler içinde, telefonu açtım. Haber müdürümüz İsmet Kayhan’dı, arayan. Ön konuşmadan sonra, “kötü haber ama” dedi ve “Haydar Işık” diye ekledi.
Haydar bey, çok hastaydı. Beş yıldan beri ağrılar çekiyordu. Bir seneye yakın zamandan beri de, sesi kısıktı. En kötü zamanlarında bile, “iyiyim” diyen o dimdik duruşlu Haydar Işık, son zamanlarda “iyi değilim” diyordu.
Onu son aradığımda, (bir gün önce) sesi, zorlukla çıkıyor, kelimeler anlaşılmıyordu.
Bir yönüyle, “hayat parantezinin kapanmasına” hazırdım. Ama buna rağmen, duygularım ona, ölümü yakıştırmıyordum. Henüz erkendi. Henüz söylenmemiş çok sözü vardı. Başladığı kitap ise öylece duruyordu.
“Sözünü bitirip kitabına noktayı koymadan nereye, ey berxudar koca Kürt” dedim içimden. Ve hayatımda dünya durmuş, elim, kolum çekilmiş, nefesim tıkanmış gibi, kala kaldım, bir an. O arada İsmet’e, “çok onurlu bir Kürttü” dediğimi hatırlıyorum.
Telefonu kapatınca göz yaşlarımı özgürce saldım. Önünü açtım. Hayatımdan kopan değerli bir yaprağa ağlayarak giyindim ve dışarıya çıktım. Avrupa kışının havasına karıştım. “Nereye berxudarım, Haydar bey?” diye hıçkırarak ağlayan havada, ıslak yollarda yürümeye başladım.
“Nereye dostum? Ben, bundan sonra, kiminle uzun uzun konuşup tartışacak, kızgınlık duyduğum Kürdü, hangi Kürde şikayet edeceğim?”
Yüreğimi açtığım bir dostumdu. O da, halkına biçilen kaderi ve çektirilen acıları asla unutmayan, onurlu Kürttü. Sağlam bir halk ve yurt aşığıydı. Çelik leblebi kadar kavi...
Kürt yapılanması ve önderlerini kıyasıya tartıştığımız anlarda bile, o benden önce davranıyor ve “ama onlardan başka kimsemiz yok” diyor, evladı gibi esirgiyordu, eleştirdiklerini.
Yüreğiyle yapışık olduğu Kürtlere adanmış bir hayat sürdü. Konuşarak verdi, onlara. Yazarak ve hatta öfkelenerek...
Güneyde okullar, Dersimde kadınların çalışacağı iş yeri (üretimhane) yaptırdı. Kürtler gidip Türk camilerinde, halkının aşağılanmasına tanık olmasın diye, Münih’te cami açtı, mesela...
Selahaddiné Eyyubi, Bitlisli Abdal Han’ın romanını, Dersimli Memik Ağayı yazdı. Dersim Tertelesi günlerini, Ermeni soykırımını da...
İlk defa onu, Frankfurt kitap fuarında gördüm onu. Uzun yıllardan beri, Avrupa’da yaşıyordu. Adını biliyor, ama henüz hiç bir şeyini okumamıştım.
Fuarın bir köşesinde, başına toplanmış bir kaç Türk’e, coşkuyla Kürdü, Kürdistan’ı ruhu olan kültürünü anlatıyordu. Karşısındakilerden biri de, “biz, Orta Aysa” diye başlayan cümle kuruyordu.
Yanımdaki dost, “gel, sizi tanıştırayım” deyince, daha sonra kendisine de anlattığım üzere, “bu gayri insani tipleri ciddiye alıp nefes tüketen biriyle tanışmak istemiyorum” deyip yürüdüm.
Sonra, gazete ortamında bir araya geldik. Sütun komşusu olduk. Onun kalem namusunu, erdemli duruşunu, asla bayağılaşmayan, hep soylu kalan kinini gördüm.
Nasıl kinli olmasındı. Doğduğunda, ülkesi insan mezbahanesiydi. Halkı kendi kanında boğuluyordu. Kucaktaki bebekler, yürümeyi daha yeni öğrenmiş çocuklar, süngü ucunda havaya fırlatılarak eğleniyordu, katilleri. İhtiyar kadın ve erkekler katillerine Dersim’in mavi göklerini göstererek, “yukarda xuda (Allah) var, o görüyor, bize kıymayın insan oğulları” diyorlardı. Nehirler, insan kanıyla kan kızılıydı.
Ve Haydar Işık bir bebekti, insan kanını döküp hayatlarını çiğneyen barbarların büyük hücumu çağında, bir bebekti. Kürtlerin deyimiyle anne kucağında bir “firar” (firari)dı. Dersimde, Zerdüşt ışığı çağından beri Kürdün kutsalı olan Düzgün Baba dağı eteklerindeki ormanda saklanarak katillerden gizlendi ve yaşadı. Süngülenerek, diri diri yakılarak katledilmiş yakınlarını yasını tutan insanlar arasında büyüdü ve kinlendi
Ben, dosttan öte bir dostumu kaybettim. Bu çoraklıkta Kürdistan’ın, ondan giderek dünya tarihinin dünü ve bugününü, sinema, tiyatro, edebiyat, bale, opera sanatını da tartıştığım, hayatın renklerini konuştuğum dostum yok artık.
Ben, hayatımdan bu kopanla, biraz daha yalnızlaştım. Ama Kürdistan’ın bütün parçaları, ahir zaman dervişi gibi dertleri, trajedi ve yalnızlıklarını dillendirmeyi, yaşama biçimi olarak seçmiş bir evladını kaybetti.
Ama ne yapacaksınız ki, hayat bu. Doğumla açılan parantez günün birinde, kendiliğinden kapanıveriyor...
“Hun sağbın (biji) Kurd u Kurdistan!..”
Ahmet Kahraman / Y.Özgür Politika