2021 yılı itibarıyla yazarlık hayatımın 50. yılına girmiş bulunuyorum. İlk yazım 1971 yılında yayımlanmış, ilk kitabım “Tevfik Fikret ve Devrim” ise 1973 yılında çıkmıştı. Aynı yıl içinde, “Halk Şiirinde Toplumsal Olaylar” konulu bir yazı dizim yayımlanmıştı ki, bu, 1984’te yayımlanan “Alevi Önderlikli Halk Hareketleri” kitabıma temel teşkil etmişti. 1980’de Pir Sultan’ın köyü Banaz’da düzenlenen “I. Pir Sultan Abdal Festivali”ne Alevi kökenli tek yazar sıfatıyla konuşmacı olarak katılmıştım ki, bu etkinlik, 1986’da “Pir Sultan Abdal” kitabımın çıkmasına vesile olmuştu. Bu, bir Alevi yazarın Pir Sultan Abdal’la ilgili ilk çalışmasıydı... Bugüne kadar Alevilik’le ilgili yazdığım kitaplar 10 bin sayfayı geçiyor ki, bunlarda Aleviliğin inanç ve kültür kaynaklarıyla edebi külliyatı ve “Hakka yolculama” gibi çeşitli ritüelleri de ele alınıyor.
Tevfik Fikret’in öğrettiği...
Tevfik Fikret, 1915’te Hakka yürümeden önce 1914-1918 yılları arasında cereyan eden ve İttihad ve Terakki Hareketi’nin, Alman militarizminin yedeğinde girdiği Birinci Dünya Harbi’nin en büyük karşıtlarından biriydi ve ne yazık ki tüm kaygıları gerçek oldu. O, bu emperyalist savaşın felaket getireceğini söylerken; Mehmed Akif gibileri ona ağır bir dille saldırıyordu.
Bu nedenle Tevfik Fikret, “Harb-ı Mukaddes” yani “Kutsal Savaş” olarak ilan edilen bu emperyalist savaşı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” şiiriyle ağır biçimde eleştiriyordu. Doğrudan, İslâmcı Mehmed Akif’e hitaben yazdığı bu destan- şiirin son bölümünde – bugünün söyleyişiyle- şöyle haykırıyordu:
Dinî törenim, evvelâ düşünüp sonra işlemektir;
İnsanca yaşamak prensibi benim dinimdir.
İymanlıyım, varlığa iymanım var,
Bunu en basit şeyler de anlatır durur.
Fakat peygambere ihtiyacım yoktur;
Beni Hakka bir örümcek bile götürebilir...
Kitabım, tabiat levhalarının kitabıdır,
Hayır ve şer yapmak da benim elimdedir.
Ben bu fikrimle son uykuma dalabilirim;
Tekrar dirilmeğe de lüzum göremiyorum.
Çok hislilikten deliren kalbimde beşerin,
Hem aşkını, hem de elemlerini taşırım.
En hakiki olan din, insanca yaşama dinidir;
Ey Molla Sırat, sen buna ne dersin?..
Nazım Hikmet, Tevfik Fikret’i değerlendirirken; “O, içinde bulunduğu ortamda en iyi ne olmak mümkünse, onu olmuştur” diyerek takdirlerini dile getirir. Keza, Osmanlı’nın yenilgisinden sonra 1918’de; M. Kemal, yanına Süleyman Nazif ve kardeşi Faik Âli (Ozansoy)’u alarak Aşiyan’ı ziyaret ettiğinde, anı defterine -Türkçe söyleyişiyle- “Anma ziyaretinde bulunmakla övünerek Fikret’e tapanlar” ithaf ve itirafında bulunacaktır.
Asimilasyon kıskacında Alevilik
Geçmişi binlerce yıla dayanan ve “doğal ve felsefi bir din” olarak gördüğüm Alevilik, çağlar içinde isim değiştirerek bugüne kadar geldi. Özellikle İslamiyetle buluştuktan sonra bir “yaşam savaşı” içine girdi. Gerek İslam hilafeti gerek Selçuklu gerekse Osmanlı dönemlerinde büyük bir mücadele veren Alevilik; Osmanlı Hanefi Müslümanlığı ve İran Şiîliği karşısında tutunabilmek için büyük bedeller ödedi. Osmanlı, kendi bünyesindeki Aleviler’i “Sünnileştirme”, İran yönetimleri ise “Şiileştirme”ye çalışıyordu. Keza, kurumlaşmış bu iki egemen dinsel inanç, süreç içerisinde Alevilik üzerinde büyük tahribat yaratmıştı.
Her iki imparatorluk içindeki sayısız Alevi katliamları ve zorla “İslâmlaştırma” çabaları bir yana, Batılılaşma iddiasındaki II. Abdülhamid döneminde temsil (asimilasyon), tashih-i ezhan (zihniyetin düzeltilmesi) ve ihtida (zorla din değiştirtme) politikaları uygulanıyordu.
33 yıllık Abdülhamid yönetimini devirerek II. Meşrutiyet’i ilan eden İttihad Terakki Hareketi de kısa bir süre sonra ülkeyi “Kutsal Savaş” adı altında felakete sürüklerken; bir yandan da "Etno-Dinsel Temizlik-Tektipleştirme-Türk- İslamlaştırma” politikasıyla, onun “Osmanlı-İslam” politikasını hayata geçirmeye çalışıyordu ki, bunun daha sonraki uygulamasına Cumhuriyet döneminde tanık oluyorduk... Oysa, Mustafa Kemal’in Etno-Politika Danışmanı Prof. Hasan Reşit Tankut, yönetime hazırladığı gizli raporlarda; “Aleviliğin asla Şiîlikle karıştırılmaması gereken bağımsız bir din” olduğunu açıkça ifade ediyordu.
Hedef tarihsel ve toplumsal gelişme yasalarından uzak “tek-tipleştirme ve Türk-İslamlaştırma” olunca, bu tür gizli raporlar dipsiz bir kuyuya atılıyor. 1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ve Şark Islahat Planı ile 1930’da gizlice hazırlanıp uygulamaya konan Genelgeler yoluyla Alevi ibadet ve ritüelleri yasaklanıyor; bunun yerine belli mahfillerle gizlice basılıp Alevi toplumu içine salınan Dini Halk Kitapları aracılığıyla Alevi toplumu, İslami figürlerle yoğrulmaya çalışılıyordu. Bunların başındaysa, Ali’yi bir “İslam süpermeni” gibi sunan “Hazret-i Ali Ceng Kitapları” geliyordu. Ondan dolayıdır ki, İstanbul’da bir Cemevi’ne tahammül edemeyen dönemin Belediye Başkanı, bugünün Cumhurbaşkanı, “Alevilik Ali’yi sevmekse, gerçek Alevi benim” diyordu!
Bu yasaklara eşlik eden ve kimi cezalandırmalarla sonuçlanan “gözcü/bekçi” sistemli gizli ibadetin ardından, 1950’li yıllarda dirlik kaygusuyla büyük şehirlere ve 1960’lı yıllarda yurtdışına göçler, Alevi toplumunda büyük bir kopuşa yol açıyordu. 1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllardaki Alevi katliamlarının ardından 1993’te Sivas’taki yeni Pir Sultan Festivali aşamasında gerçekleştirilen Madımak Katliamı, Alevi toplumunda büyük bir travmaya ve ardından örgütlenmeye yol açmıştı. İşte, Avrupa’da başlayıp ülkeye yayılan bu Alevi örgütlenmesi, Devleti rahatsız etmiş ve yeni politikalara sevketmişti. Nitekim, İzzettin Doğan öncülüğündeki Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi Vakfı (Cem Vakfı) örgütlenmesi, böylesi bir ortamda uygulamaya konmuştu: Alevi-İslam belgisiyle Alevileri asimile etme. Sonradan ikame edilmeye çalışılan “Cami-Cemevi Projesi” de bunun sonucuydu.
Sazlı-sözlü uğurlama
Tüm bu gelişmelerin akabinde, genç yaşta Hakk’a yürüyen, İçtoros ozanlarından Ali Nurşanî’nin oğlu ozan Engin Nurşanî’nin İstanbul’da yürütülen “Hakka Uğurlama/ Yolculama Erkânı”nın bir Cemevi’nde, bir pîrin gulbangları ve Tolga Sağ, Erdal Erzincan ve Metin Karataş’ın saz ve deyişleri eşliğinde yürütülmesi, tam da üstte söylediğim çevrelerin saldırısına uğramış görünüyor. Aleviler, kimsenin ibadet ve ritüellerine karışmazken; onların bu saldırılarına ne demeli? Oysa, Aleviliğin inanç ve kültür kaynaklarını bilen, doğal ritüellerine tanık olanlar, bunun inancın gereği olduğunu son derece iyi bilirler.
Tüm resmi ve gayrıresmi toplum baskılarına rağmen, 1976’da dedem Haydar Bayrak’ın; iki oğlu dayılarım Haydar ve Hacı Bayrak’ın bağlama ve curaları eşliğinde nasıl Hakka yolculandığına tanıklık etmiş; bu yolculama kaydını bilen Arif Sağ’ın da eşini aynı yöntemle uğurladığını görmüştüm. Kısa süre önce de, Hacı dayımın eşi Fatê, pandemi günlerinde köyümüz Sarız/Dallıkavak’ta aynı yöntemle uğurlanmıştı. Kısaca, bunda şaşılacak hiçbir şey yokken ve Uzak Doğu’ya kadar hemen tüm “doğal ve felsefi” dinlerde, bu müzikli yolculama erkânı yürütülmekteyken, özellikle Aleviliği “Şiî ya da Sünni İslâmî” eksende yeniden dizayn etmeye çalışmaları tam bir garabet örneğidir.
Biliniyor ki; Alevilik’te “Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Mevcud” inancına uygun olarak, ölüm yok, “don değiştirme” (libas- guherin) kavramıyla ifade edilen “ölümsüzlük” vardır. Bu, aynı zamanda “zıtların birliği” olarak da ifade edilir ki; hiç bir şey “yok”tan var olmaz, “var”dan yok olmaz...
1996 yılında Almanya’da beni ziyaret eden hemşehrim Âşık Hüdaî’nin, “ihrak-ı binnar” yani ateşe vererek katledilen Sivas şehitlerinden giderek kaleme aldığı “Zıtların Birliği” şiiri bunun anlamlı bir örneğidir. Henüz yayımlanmadan benimle paylaştığı ve yazdırdığı bu şiire kulak verelim:
Kerem oldum yanıyorum
Köze teslim oldum gardaş
Yana yana donuyorum
Buza teslim oldum gardaş
Ağlayana gülüyorum
Gözyaşımı siliyorum
Teneşire geliyorum
Beze teslim oldum gardaş
Gerçek hedefimden şaşmam
Kaynar, kazanımdan taşmam
Dışta kabukta uğraşmam
Öze teslim oldum gardaş
Der Hüdaî derin daldım
Sonsuzlukta karar kıldım
Ben canımdan ayrı kaldım
Size teslim oldum gardaş.
“Bir Siyaset Tarzı Olarak Alevi Katliamları” kitabımda da değerlendirdiğim bu şiire sonradan bir dörtlük daha eklediğini gördüm:
Gönül sevdiğine uyar
Ne usanır ne de doyar
Üç yaşında bir anam var
Kıza teslim oldum gardaş
Aleviliğin içini boşaltma
1973 yılından itibaren Aleviliği işleyen ve 1987-88 yıllarında Almanya ve Hollanda’da bu konularda konferans veren Alevi kökenli bir araştırmacı olarak ulaştığım sonuç, Aleviliğin kendine özgü bir inanç ve “doğal ve felsefi bir din” olduğudur. Türkiye koşullarında baskılanan ve doğal yatağından koparılmaya çalışılan bu inanç kültürü, verilen mücadele sonucunda başta Almanya olmak üzere Avrupa’da resmen tanınmaya başlandı. Bu konuda emek verenleri ve başarıya gidenleri kutlamamız gerekiyor.
Buna karşın, Türkiye’de AİHM kararlarına rağmen bu Alevi kazanımlarını kabul etmediği gibi hedefinden saptırmaya ve yozlaştırmaya çalışan “yerli işbirlikçiler”e karşı direnmek ve oyunlarını bozmak zorundayız. Çünkü, bir yandan bir siyaset tarzı olarak Alevi katliamlarına başvurulurken, bir yandan da toplumsal gelişme yasalarına rağmen, Aleviliğin içini boşaltıp onu bitirmeye çalışan bir zihniyet ve politikayla karşı karşıyayız. Ancak, Alevi inanç kültürünün öylesine güçlü bir damarı vardır ki; İslâm halifelerinin katlettiği Anadolu-Mezopotamya Aleviliğinin kuramcısı Tacü’l- Ârifîn Ebu’-l Wefa-yı Kurdî’ye, çarmıha gerdiği Hallac-ı Mansur’a, derisini yüzerek katlettiği Seyid Nesimî’ye ve Pir Sultan’lara kadar nice Alevi ermiş-şairi gelip geçmiş. Daha Fatih döneminde Temennayi gibi 15 dolayında Alevi şair katledilmiş ama yine zâlimlere boyun eğilmemiş...
Ne diyordu Seyid Nesimi yüzülürken:
Zâhidin bir parmağın kessen dönüp Hak’tan kaçar
Gör bu miskin âşığı ser-pâ (baştan ayağa MB) soyarlar ağlamaz...
Mehmet BAYRAK / Politika