Kimi zaman bazı kavramları birçok insan gibi biz de tam doğru kullanmayız; biraz abartılı olur. Kimi zaman ise kelimeler hükmünü yitirir, kifayetsiz kalır. Yaşanan şey, o kadar derin ve sarsıcıdır ki; adını ne koyarsanız koyun, binlerce konferansta anlatmaya çalışın şiddetini, ortaya çıkardığı acıları tanımlayamazsınız.
Ermeni Soykırımı, Dersim Soykırımı, Zilan Soykırımı, Holokost ve benzeri sayısız soykırım; bunların hepsi bir metinde okuyunca elbette hepimizde derin bir etki bırakıyor fakat bu kavramların hiçbirisi kendi başına ne mağdurların yaşadığı eziyeti ne de bütün insanlık adına ortaya çıkan utancı anlatmaya yetiyor.
Böyle zamanlarda kelimeler kifayetsiz kalır; ortaya çıkan büyük bir suç, yıllarca etkisi devam edecek bir utanç ve çok derinlerde jenerasyonlar boyunca devam edecek bir acıdır. Bundan dolayı bunların hepsi yüz yıllarca insanların belleğinde yaşamaya devam ederler. Aradan yıllar geçmesine rağmen filmi çekilir, romanı yazılır, çünkü sadece aklımızın değil, aynı zamanda duygusallığımızın da konusudur. Yıllarca başka insanlarla olan ilişkilerimizi belirler. Aradan geçen onca zamana rağmen Almanlar ile Yahudilerin bir daha normal, sağlıklı ilişkiler kurabileceğini düşünen var mı aramızda? Neden Türkler ve Ermeniler bir daha dünyanın hiçbir yerinde birbirleri ile normal ilişki kuramazlar?
TOPLUMUN ÇOĞUNLUĞUNUN ONAYI
Soykırımı yapanlar, bir biçimde toplumun çoğunluğunun direkt veya dolaylı onayını alırlar. Ne Almanya'nın Yahudileri katletmesi Alman halkına ne de İttihat Terakki’nin Ermeni Soykırımı, dönemin Osmanlı tebaasına rağmen olmamıştır. Bütün toplumun aktif katılımı olmasa bile çoğunluğunun güçlü bir itirazı da yoktur. Bu bile tek başına bir daha birbirinin yüzün bakamamak için yeterli bir sebeptir.
BÜTÜN TOPLUMUN SUÇA BULAŞTIRILMASI
Bütün soykırımlar bir vahşet, barbarlık ve derin bir yıkım sürecidir. Burada sadece bazı insanların kitlesel yok edilmesiyle değil, aynı zamanda onların yarattığı değerlerin de ya tamamen ortadan kaldırılması ya da toplumun başka bir kesimine aktarılması süreci işler. Bu nedenle ortaya çıkardığı yıkım çok büyüktür, cinayetlerin en büyüğüdür, neredeyse bütün toplumun suça bulaştırılmasıdır.
RAPHAEL LEMKİN VE JENOSİD
Yazının burasında mutlaka Raphael Lemkin'den bahsetmek gerekiyor. Raphael Lemkin, mezar taşında “Soykırım Sözleşmesinin Babası” ibaresi bulunan, 1948’de Birleşmiş Milletler'de Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin kabulünde çok emeği olan Polonya doğumlu Yahudi bir hukukçudur. Holokost esnasında annesi ve babası dahil ailesinden 40’tan fazla kişiyi Treblinka ve diğer ölüm kamplarında kaybeden Lemkin'in Birleşmiş Milletler'de var gücüyle bu sözleşmeyi geçirmek için çaba harcamasının en önemli sebeplerinden bir tanesi muhakkak kendisinin yaşadığı bu tarifsiz acıdır.
Raphael Lemkin “jenosit” terimini üreten kişi olmasının yanı sıra Ermenilerin yaşadığının bir soykırım olduğunu uluslararası platformlarda ilk ifade eden kişilerden biridir. Kendisine 1943’te “Soykırım kavramı ile ilk olarak nasıl ve neden ilgilendiği” sorulduğunda “çünkü birçok kez gerçekleşti, önce Ermenilerin başına geldi, ardından ise Hitler harekete geçti” demiştir.
VAR OLUŞUN TAMAMEN ORTADAN KALDIRILMASI
Lemkin, 1944’te yayınladığı “İşgal Altındaki Avrupa'da Mihver Yönetimi” adlı çalışmasında Alman işgali altındaki özellikle Yahudilere ve Çingenelere yapılan Nazi uygulamalarını kapsamlı bir biçimde incelemiş ve ulaştığı bulguları soykırım olarak tanımlamıştır. Lemkin, soykırımı; “bir ulusun üyelerini öldürerek yok etmekten öte tasarlanmış bir plana dayanılarak o ulusun varoluşunun tamamen ortadan kaldırılması” olarak tanımlar.
O ULUSUN ÜYELERİ OLDUKLARI İÇİN
Lemkin'e göre; insanlar, bireysel özelliklerinden ötürü değil, bir ulusun üyeleri olmalarından dolayı yok edilirler. Soykırımcı devlet, hedef topluluğun onurunu, sağlığını, özgürlüğünü elinden alır. Aynı grubun ekonomik varlığının, dininin, ulusal duygularının, dilinin, kültürünün, politik kurumlarının ortadan kaldırılmasını hedef olarak önüne koyar.
1948’de imzalanan “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” sonrasında devletler, barış veya savaş zamanlarında insanlık onurunu zedeleyici soykırım suçunun önlenmesi için iş birliğine çağrıldı. Sözleşmeye göre soykırım yasağı temel bir prensiptir ve devletler bu yasağa karşı herhangi bir sözleşme imzalayamaz. Buna rağmen imzalarsa bu sözleşme yok hükmünde kabul edilir.
SOYKIRIM SUÇUNUN KAPSAMI
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesine göre “Soykırım; milli, etnik, ırkı veya dini bir gruba, sırf bu niteliği nedeniyle kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla aşağıdaki fiillerin işlenmesidir.
a. Grup üyelerinin öldürülmesi.
b. Grup üyelerinde ciddi bedensel ya da zihinsel hasara yol açılması.
c. Kasten, grubun bütününün ya da bir kısmının fiziksel yıkımı amacıyla grubun yaşam koşullarında hasara yol açılması.
d. Grup içinde doğumları engelleyecek önlemleri uygulamaya koyması.
e. Grubun çocuklarının zorla başka bir gruba transfer edilmesi.
KAST UNSURUNU GİZLEMEYE ÇALIŞIRLAR
Soykırım suçu özel kastı gerektiren bir suçtur ve onu diğer suçlardan ayıran şey ise manevi unsurdur. Soykırım suçu işlemiş devletler suç işlerken ve sonrasında kast unsurunu gizlemeye çalışırlar. Burada belirleyici unsur; sürdürülen şiddetin büyüklüğü, bir planın var olup olmadığı ve şiddetin sistematik bir niteliğe sahip olup olmadığı olarak sıralanabilir.
DERSİM SOYKIRIMI ÖRNEĞİ
Bu tanımlamaya Dersim’de yapılan kesinlikle soykırımdır. Çünkü çok önceden başlayan yasal düzenleme ve askeri birliklerin bölgeye kaydırılması, yerli halktan silah toplanması ve sonra katliamın başlatılması ortada basit katletmeyi aşan bir durumun, yani bir soykırımın olduğunu ortaya koyar.
Diğer önemli bir kanıt yolu ise suçun aynı gruba yönelik olarak tutarlı ve sistematik bir biçimde gerçekleştirildiğinin anlaşılmasıdır. Mahkemeler tarafından soykırım olarak tanımlanmış ve mahkum edilmiş Almanya ve Ruanda örneğinde kurbanların öldürülmesi sistematiktir. Ayrıca aynı gruba karşı gerçekleştirilirken eylemlerin nitelik ve nicelik olarak yoğun olması da kast unsurunu ispat etmekte faydalı olacaktır.
* Burada ilk etapta önemli olan failin tespitidir. (Fail yarattığı muazzam siyasi organizasyon ve onu takviye eden ordusu ve diğer silahlı güçleri ile devlettir!)
* Özel yok etme kastının var olup olmadığı.
* Mağdur grubun tespit edilmesi; milli, etnik, dini ve ırki.
* Öldürme, ciddi zarar verme, doğumları engelleme, çocukları başka gruplara verme eyleminin gerçekleşip gerçekleşmediği.
* Yukardaki suçları bizzat işlemek= SOYKIRIM.
* Teşebbüs etme, kışkırtma, iş birliği yapma, iştirak etme = CEZALANDIRILIR.
ERMENİ SOYKIRIMI’NI YENİDEN TARTIŞMAK
Bu yazıda doğrudan sübjektif alanlara girmek istemiyorum; ancak burada yakın zamanda yeniden gündeme gelen Ermeni Soykırımı'nı bu çerçevede yeniden tartışmanın daha faydalı olacağı kesindir. Ermeni Soykırımı ve Kürtler tartışması sürekli gündemde olan bir konudur. Kürtlerin bu konuda objektif bir tartışma sürdürmeye ihtiyacı da var. Tartışmayı, ‘soykırım suçu kim tarafından işlendi’ diye yürütüyorsak Kürtlerin isteseler bile bu çapta bir organizasyonu yapacak kurumları, orduları ve bunun yasal altyapısını oluşturacak parlamentoları yoktu. Bütün bunlar şunun için önemli; Lemkin, soykırımın sadece bir yok etme değil, aynı zamanda bir inşa süreci olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Kürtler bütün bunları yapabilme yetkinliği olmayan bir halktı.
İTTİHATÇILARIN YENİ TOPLUM İNŞASI
Lemkin, “İşgal Altındaki Avrupa'da Mihver Yönetimi” adlı kitabında Nazilerin, Yahudiler sonrası yeni Almanya'yı düzenleyen yüzlerce yasal düzenleme yaptıklarını anlatır. Aynı şekilde Osmanlı'yı yeniden düzenlemek isteyen İttihatçılık da soykırım öncesi ve sonrası çıkardığı yüzlerce yasa ile Ermeniler sonrası yeni bir toplum inşa etmek istedi. Dolayısıyla hiçbir sübjektif yargıya yer vermeyecek bir netlikte Ermeni Soykırımı’nın faili Osmanlı ve o dönem hükümet olan İttihat ve Terakki’dir. “Savaş sırasında işlenmiş istenmeyen olaylar” yaklaşımının hukuki bir karşılığı yok.
NET TARİFLER VE MAHKEME KARARLARI
Kürtlerle ilgili kısmına gelince; soykırım suçuna iştirak etmiş, iş birliği yapmış binlerce Kürt'ten bahsedebiliriz. Bunun bir suç olduğu da mahkeme kararlarıyla sabittir ve mahkum edilmelidir fakat bu bir soykırım suçu değildir. Ahlaki olarak bu suça iştirak etmiş her milletten ve inançtan insan, bununla yüzleşmeli ve yaptığının bedelini ödemelidir. Kürtleri, Ermeni Soykırımı ile ilişkilendirmek ise en hafif tabirle ya soykırım nedir sorusuyla ilgilenmemiş olmayı ya da en azından başka bir gündemle ilgili olmayı gerektirir. Burada neredeyse hiçbir sübjektif tartışmaya yer vermeyecek kadar net tarifler ve mahkeme kararları var.
DERSİM SOYKIRIMI VE KÜRTLER
İttihat Terakki ile iş birliği yapan Kürtler de vardır. İş birliği yapan her milletten insanlar veya gruplar suçludur ve mahkum edilmelidir fakat soykırımcı olmak ile işbirliği yapmak aynı şey değildir. Dersim Soykırımı’nda da devletle iş birliği yapan birçok Kürt aşiret vardı; bu insanlar kendi halkına karşı büyük bir ihanet suçu işledi fakat bu, sonucu değiştirmez. Soykırımın faili, bunu planlayıp çıkardığı yasalarla yasal alt yapısını oluşturan devlettir.
BİR ÖRNEK ÜZERİNDEN
Burada ibret olması ve soykırım suçunun nasıl bir şey olduğunun daha net anlaşılmasını bir örnek üzerinden açıklamaya çalışalım. Hem konunun anlaşılmasını biraz daha kolaylaştırmış hem de Doktor Rupen Sevag'ı bir kez daha hatırlamış oluruz.
Dr. Rupen Sevag, 15 Şubat 1885’te Silivri'de doğar, ilkokulu orada okuduktan sonra ailesi ile İstanbul'a yerleşir ve orada Berberyan Koleji'nde lise eğitimini tamamlar. Daha sonra Lozan Üniversitesi'nde tıp eğitimi alır ve ülkesine geri döner. 1912’de ‘Birinci Balkan Savaşı'nda Osmanlı ordusunda askeri hekim olarak çalışır. Bütün bunlara rağmen 24 Nisan 1915’te 245 Ermeni aydını ile tutuklanmaktan kurtulamaz. Dr. Sevag, 26 Ağustos 1915’te Çankırı'da katledilir. Bu durum, tek başına soykırımın bütün unsurlarını içinde barındırır; burada kişisel bir şey yoktur. Aslında Dr. Sevag, devlet için faydalı birisidir fakat sadece Ermeni olduğu için tutuklanıp çok kısa bir süre sonra da katledilir. Soykırım tam da böyle bir şeydir.
SOYKIRIM VE KİMLİK İNŞASI
Alman tarihçi ve soykırım araştırmacısı Thomas Kühne, “Aidiyet ve Soykırım” adlı çalışmasında, Alman kimliğinin inşasında Yahudi Soykırımı’nın oynadığı rolü anlatır. Ona göre Alman halkı, Holokost'a katılarak kendisini keşfetti. Suç işleme birlikteliği ve ırkçı etik, Alman kolektif kimlik inşasının iki önemli ayağıdır.
İnsanları birleştirmenin en iyi yolu onların birlikte suç işlemesini sağlamaktır. Kühne, suça ortak olmanın ille de öldürmeye doğrudan katılmak anlamına gelmediğini söyler. Çok büyük bir ihtimalle Almanların çok az bir kısmı öldürmelere doğrudan katıldı; büyük bir kısmı olup biteni sadece izlemek ve seyirci kalmakla yetindi. Burada önemli olan, Yahudilere nelerin yapıldığını biliyor olmalarıydı. Bu bilgi, ciddi bir vicdani eziklik ve suçluluk duygusu yarattı; Almanların bir arada yaşamasının çimentosunu teşkil etti.
SUÇLULAR TOPLUMU OLUŞTURMA
İttihat Terakki de yeni ulusun inşasını, önce bütün Müslüman unsurları Ermeni Soykırımı’na bulaştırarak, ardından Türklüğü kabul etmeyen unsurları yok ederek gerçekleştirmeye çalıştı. Bu mirası, daha sonra Cumhuriyet devraldı ve günümüzde de devam ettiriyor. Aynı yönetme geleneği insanları komşusuna karşı suç işlemeye teşvik ederek bir suçlular toplumu oluşturmaya çalışıp bunun üzerinden kolektif bir kimlik inşa etmeye çalışıyor.
Kühne'ye göre; Almanlar, kolektif olarak suçlanamazlar ama kolektif olarak Nazi Almanya'sının cinayetlerinden sorumludurlar. Aynı şey dönemin bütün Müslüman tebaası için geçerlidir. Hiçbirisi tek tek soykırımdan suçlanamaz ama bir sorumluluklarının olduğu kesindir.
FAİL GRUPLARIN MAZARETLERİ
Bütün soykırımlardan sonra fail grupların tümü, “biz de korkuyorduk, biz de savaşta evlerimizi kaybettik, biz de acı çektik!” gibi mazeretlerin arkasına sığınmaya çalışır. Kühne, bunu; derin bir suçluluk duygusunun dışa vurumu olarak tanımlar. Bu durumda toplum karşı karşıya kaldığı büyük suçlamanın altında ezilir ve bundan kurtulmanın yollarını arar. İşte bu ortak vicdani eziklik, toplumlarda ortak birliktelik duygusu ve aidiyet hissi yaratmaya hizmet eder.
LEMKİN VE KÜLTÜREL SOYKIRIM
Lemkin, 1948 yılında onaylanan sözleşmenin kabulü sırasında “Kültürel Soykırım” kavramını sözleşmeye dahil etmek için çok çaba sarf etti fakat o yıllarda bu çabası üye devletler tarafından kabul edilmedi. Lemkin'e göre “bir grubun çocuklarını başka bir gruba nakletmek, entelektüellerinin öldürülmesi, dilinin yasaklanması, kitaplarının yakılması ve tarihi anıtlarının yok edilmesi kültürel soykırımdır.”
KÜLTÜREL VE ETNİK SOYKIRIM
Lemkin'in daha o yıllarda gündemleştirdiği “kültürel soykırım” kavramı sonrasında başka bilim insanları ve araştırmacılar tarafından geliştirildi. Yale Universitesi'nden Leo Kuper, 1981’de konu hakkında yaptığı çalışmada, bir kültürün bütününü ya da önemli bir kısmını sona erdirmek için yapılan eylemleri “etnik soykırım” veya “kültürel soykırım” olarak tanımlar. Çalışmasında; bir dilin kullanılması, bir dinin sürdürülmesi veya bir sanatın gelenekselleşmiş yollarla yaratılmasının engellenmesi, temel toplumsal kurumların sürdürülmesinin, gelenek ve hatıraların korunmasının ve toplumsal hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik işbirliği içinde olunmasının ortadan kaldırılması gibi eylemler “kültürel soykırım eylemi” olarak tanımlanır.
Leo Kuper, yerli halklara Hristiyanlığın empoze edilmesi, yerli çocukların devlet okullarında zorla asimile edilmesi gibi eylemleri “etnik soykırım”ın birer örnekleri olarak kayıt altına almıştır.
KÜLTÜREL SOYKIRIM’IN (JENOSİD) KABULÜ
Lemkin, Holokost sonrası soykırımın salt fiziki yok etme eylemiyle sınırlandırılamayacağını, kültürel soykırımın da suç olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtti fakat kültürel soykırım konusu o yıllarda kabul görmedi. Amerika ve Sovyetler Birliği buna karşı çıktı. Çok uzun yıllar sonra 2007’de Yerli Halklar Beyannemesi’nde, “Cultural Genocide” (Kültürel Jenosid) kavramı kullanılarak bu soykırım şekli kabul edildi.
KÜRTLER VE KÜLTÜREL SOYKIRIM
Kürt halkı, diğer soykırım faaliyetlerinin yanı sıra kültürel soykırıma maruz bırakılmış bir halktır. Uzun vadede en korkunç soykırım muhakkak kültürel olandır. Eğer bir toplum dilini kullanamıyorsa, her türlü sözlü ve yazılı değerlerini yaşatamıyorsa bir süre sonra varlığını sürdüremez hale gelir. Türk devletinin hakim olduğu topraklar üzerinde yüzyıldan fazladır Kürtlere karşı acımasız, sistematik bir kültürel soykırım süreci işletiliyor.
KAYYUM, BU SÜRECİN PARÇASIDIR
En son belediyelerin gasp edilip seçilmiş HDP’li eşbaşkanların yerine devlet memurlarının kayyum olarak atanması, kültürel soykırım sürecinin devamıdır. Burada belediyenin bir partiden başka bir partiye geçmesini çok aşan bir durum var. Asıl olarak devlet, Kürtçenin yeniden günlük kullanım dili olmasını engellemeye, kendi kurumlarını oluşturma yeteneğini engellemeye çalışıyor. Kayyum süreci bir darbe değil, soykırım sürecinin sistematik olarak devam ettirilmesidir.
DERİN TRAVMATİK SAVRULMA
Gerçekten de bir toplumun belleğini sildiğinizde geçmişsiz bırakmış olursunuz. Dolayısıyla o toplumu oluşturan bireyler ve kurumlar sürekli savrulmalar yaşar. Bireyler gibi toplumların da geçmişlerinin bir anda silinmesi, derin travmatik savrulmalara yol açar. Franz Fanon, “Sömürge tahakkümü altındaki ulusal kültür, sistematik bir biçimde yok edilmeye çalışılan sorgu altındadır!” der. Bu koşullarda bireyin kendi kültürüne yabancılaşması, kaçınılmaz bir yazgıya dönüşür ve birçok sömürge bireyde aşağılık kompleksi ortaya çıkar.
POLİTİK VE AHLAKİ GÖREV
Etrafımızda solculuk, sağcılık, Müslümanlık bahanesiyle ısrarla Kürtlüğünden kaçmaya çalışanların aşağılık kompleksinden mustarip olduklarını düşündüren haklı gerekçelerimiz var. Kürt olmak; günümüzde sadece bir etnik gruba aidiyeti değil, ideolojik, ahlaki bir duruşu da ifade eder. Devletin hem fiziki hem de kültürel soykırım siyasetine karşı durmak sadece politik değil, aynı zamanda ahlaki bir görevdir.
(ANF)