"Ey Alamut halkı! bizim hakim olduğumuz beldelerde bugünden gayri kölelik, cariyelik yasaklanmıştır. Kimse köle ve cariye alıp satamaz. Anne ve babalar artık oğullarının köle ve kızlarının cariye olmasından korkmayacak. Ey Alamut halkı! bundan sonra bizim hakim olduğumuz yerlerde topraklar herkes arasında eşit paylaşılacak. Nizamül-Mülk gibi binlerce köyü ve toprağı olup da, o köylerde yaşayanlar gibi aç, fakir ve yoksun bizim topraklarımızda kalmayacak." (Hasan Sabbah)
Nizari İsmaili Devleti döneminde bölgenin sosyo-ekonomik durumu
Hasan Sabbah’ın Nizari İsmaili Devleti’ni kurduğu dönemde, İran toprakları Selçuklu egemenliği altındaydı. Sünni İslam’ın koyu bir savunuculuğu yapan Selçuklu rejimi bölgede Şii karşıtı propaganda örgütlüyordu. İran’da, Gazneli ve Karahanlı hanedanlıklarıyla başlayıp Selçuklu döneminde zirve noktaya ulaşan Türk ve Sünni egemenliği, İran yerleşik kültür ve kimliğiyle ciddi uyuşmazlıklar yaşıyordu. Bölgede asırlardır süren Arap ve Türk egemenliğine rağmen, İran kimlik ve kültürü halkların kolektif belleklerinde korunmaktaydı. Bu ulusal kolektif bellek, sınıfsal çelişkilerle de birleşince bölgede ciddi isyanlar ve başkaldırılar patlak vermeye başladı.
Hasan Sabbah en büyük desteği, kırsal alanda yaşayan topraksız köylüler, esnaf ve sanatkarlar ile yaylacılar gibi alt sınıflardan gelen mülksüz insanlardan aldı. Alt sınıflardan gelen bu insanlar, ikta sisteminden dolayı Selçuklu emirlerinin ve yabancı Türklerin boyunduruğu altındaydı. Kuhistan ve Deylem başta olmak üzere çeşitli bölgelerdeki Selçuklu Emirleri sultan adına toprakları ikta olarak elinde tutuyordu. Toprakları işleyen halka ağır vergi yükü getiriyor, gerektiğinde de toprağı işleyen köylüden sultana yardım etmek için yerel ordu oluşturuyordu. Alt sınıflar, Orta Asya’dan gelen Türk akınlarıyla bölgeye gelen askerlerin kasaba ve köylerdeki talanlarından, Selçuklu’nun asimilasyon politikaları ile ağır vergi yüküne dayanan baskıcı ve sömürücü politikalarından oldukça rahatsızdı. Buna karşın İsmaililer tarafından alınan topraklarda daha adil ve eşit muamele vardı. Selçuklu egemenliğindeki topraklarda yaşayan halk, İsmaili topraklarda yaşayan halka ve düzene imreniyordu.
İsmaililer’in sahip olduğu topraklarda büyük uçurumlara yol açacak sınıf farklılıkları yoktu. Seferler sonucu elde edilen ganimet, bölgede yaşayan tüm halka eşit bir şekilde dağıtılıyordu. Bununla beraber İsmaililer de kolektif bilinç oldukça yaygındı. Belirli bölgelerdeki sulama işlerini yapmak, arazileri ıslah etmek ve kaleleri onarmak bir kamu işi olarak görülüyor ve herkes yeteneği oranında bu işlere gönüllü bir şekilde katkı sunuyordu. Hangi sınıftan olursa olsun yetenekleri elveren kişi bir kalenin valisi ya da daisi olabiliyordu. Kimse kimseye üstünlük taslamıyor, herkes birbirine yoldaş anlamına gelen refik diye hitap ediyordu. Bununla beraber Nizari liderlerin yaşamı da halk üzerinde büyük etki bıraktı. Selçuklu sultanlarına göre oldukça münzevi ve sade bir hayat yaşayan Nizari liderler halkta büyük sempati uyandırmıştı. Tüm bu sosyo-ekonomik etkenler, Nizari İsmaililerin bölgede hızla genişlemesine ve başarısına sebep oldu.
Alamut’ta yaşam, cennet bahçeleri ve haşhaşi yalanları
Hasan Sabbah, Alamut’u ele geçirdikten vefat edinceye kadar odasından sadece iki defa çıkmıştır. Ömrü boyunca ezilenlerin kurtuluş mücadelesine katkı sunmak ve ezen ile ezilen çelişkisinin olmadığı bir dünyayı kurmak için okumuş, yazmış, çalışmış ve yeni daveti (Muktedir Billah’ın ölümünden sonra meşru imamın Must’ali olduğunu savunanların propagandasına ‘’ed- Da’vetü’l-kaime / eski davet’’, imametin Nizar’da olduğuna inananlar ve bunu propaganda edenler de davetlerine ‘’ed- Da’vetü’l-cedide/yeni davet/Talim öğretisi’’ denilmiştir.) yaymıştır. Hasan Sabbah’ın yazdıklarının çoğu yakılmıştır. Bugün bazı bölümleri kaybolmuş olsa da ondan geriye kendi otobiyografisi ‘’Sergüzeşt-i Seyyidina’’, mezhebin esaslarının anlatıldığı ‘’el-Fusulü’l-erba’a’’, ve Sultan Melikşah’a yazdığı söylenen mektup ‘’Cevab-ı Hasan Sabbah be-Rika’a-i Sultan Celaleddin Melikşah-ı Selcuki ve Münacat’’tır. Bu eserlerin orijinalleri bir bütün olarak günümüze ulaşmamıştır.
Hasan Sabbah, tüm ikbali reddederek sade ve münzevi bir hayat yaşamıştır. Alamut’ta yaşadığı süre boyunca en yakınları dahi olmak üzere hiç kimseyi kayırmamış, herkese adil ve eşit davranmıştır. Hasan Sabbah’ın adilliğini ve hakkaniyetini ona düşman konumda bulunan vakanüvisler bile söylemişlerdir. Hasan Sabbah oldukça da katı ve kuralcı bir insandı. Böyle olması da gerekiyordu. Çünkü düşmanın amansız saldırıları karşısında, zevke, sefaya ve eğlenceye değil; düşünmeye, yazmaya, strateji geliştirmeye ve savaşmaya ihtiyaç vardı. Hasan Sabbah ve yoldaşları bu etmenlerden dolayı bırakın haşhaş kullanmayı, Alamut’ta müzik aleti çalmayı ve içki içmeyi de yasakladı. (Güncel bir örnekten yola çıkarsak; Gezi Direnişi döneminde polis saldırıları karşısında alkol kullanımının direnişi zayıflatacağı düşünülerek direniş alanında alkol alınmaması kararlaştırıldı.)' Bu konu, Hülagü’nün Alamut işgali sırasında Alamut Kalesi’ne giren ve oradaki gözlemlerini anlatan ve bu konuyla ilgili ilk ve birincil kaynak olan Cüveyni’nin Tarih-i Cihan Güşası’nda şöyle geçmektedir:
‘’Hasan-ı Sabbah’ın, koyu sofuluk, nefse hâkimiyet, doğruluktan şaşmama, hatadan uzak durma gibi esaslar üzerine bina ettiği kanunlar ve nizamlar yüzünden, Alamut’ta ikamet ettiği 35 yıl zarfında hiç kimse açıktan şarap içemedi ve şarap küpünün yanına dahi yanaşamadı. Çok sıkı bir düzen kurdu. Mesela kalede ney çalan birini kalenin dışına attırdı ve onun bir daha kaleye girmesine izin vermedi.’’
Hasan Sabbah’ın bir eşi, iki kızı, Hüseyin ve Muhammed adında da iki oğlu vardı. Eşini ve iki kızını halktan kopmamaları ve kendi emekleriyle geçinmeleri için Girdkuh yöneticisi Muzaffer’e ‘’Davamıza yardımcı olmaları için bu kadınlara ip eğirt. Yaptıkları işin karşılığı olarak onlara ücretlerini öde.’’ mektubunu yazarak Girdkuh’a gönderdi. Bir oğlunun içki içtiği haberini alan ve bununla ilgili Alamut halkının ‘’Sen bize içki içmeyi yasakladın, kendi oğlun içki içiyor.’’ şikayetleri üzerine oğlu Muhammed’i öldürdü. Diğer oğlu Hüseyin’i ise bir cinayete karıştığından dolayı öldürdü.
Alamut’ta yaşadığı süre boyunca sınıf intiharının, zühd yaşamının ve ‘’ölümden önce ölme’’nin bir sembolü olan dikişsiz beyaz bir elbiseyle dolaşan Hasan Sabbah, Alamut’u sağlam bir askeri üs ve uzun süreli yaşam alanı yapmak için büyük mühendislik çalışmalarına imza attı. Su kanalları açtı, meyve ve sebze yetiştirebileceği bahçeler ve tahıl ambarları oluşturdu. Alamut’taki arazilerin ıslah edilmesiyle elde edilen bu meyve sebze bahçeleri, resmi tarih yazıcıları tarafından ‘’Mum söndü’’ iftirasında olduğu gibi daha sonraki süreçte “Huri gibi kızlarla afyonkeş fedailerin aşk ve meşk yaptıkları sahte cennet” kurgusu üzerinden karalama kampanyasının aracı yapıldı. Hasan Sabbah ve refiklerinin Alamut’ta haşhaş kullandığına ve huri gibi kızlarla cennet hayatı yaşadığına dair bir bilgi ilk dönem ve birincil kaynakların hiç birisinde geçmez. Hasan Sabbah’a oldukça fazla düşmanlık beslemesine rağmen o dönem yaşamış ve Alamut’u görmüş tarihçilerden birisi olan Cüveyni, kitabında bu tarz karalamalara yer vermez. Cüveyni kendi gözleriyle gördüğü Alamut Kalesi’ni şöyle tasvir eder:
‘’… Kütüphaneyi görme istediği padişaha arz ettikten sonra ona ‘’Oradaki nefis kitapları ziyan etmemek gerekir.’’ dedim. Bu teklifim, padişahın hoşuna gitti. Emri üzerine oraya gidip Kur’an-ı Kerimler’den ve faydalı kitaplardan elime geçenleri çıkardım, kürsilerden (Usturlabın bir parçası) rasat aletlerini, zatu’l halak (Yıldız gözetleme aleti) ve tam usturabları (Yıldızların yükseklik derecesini bulmaya yarayan alet) ve bunun gibileri aldım. O kale çok sağlam bir şekilde inşa edilmişti. Demir bile o duvarlara işlemez, oradaki küçük bir taş parçasını yerinden oynatamazdı. Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte, taş ve kireç kullanarak büyük hacimli su depoları yapmışlar. ‘’Kayadan evler yonttuğumuz’’ ayetinin dediğini yerine getirmişlerdir. Bunun dışında çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için ambarlar ve mahzenler inşa etmişler. O kale yağma edilip yiyecekler çıkarılırken yağmacının biri, bal deposunu su havuzu sanmış ve yunus balığı gibi oraya dalmıştı. Bahru ırmağından kalenin dibine kadar bir su yolu açmışlar ve kalenin yarısını dolaşan o su kanalının önünü taşla kesmişlerdi. Kalenin biraz aşağısında denizi andıran, taştan havuzlar vardı. Kaleden inen su depolanmak için orada birikir, fazlası dışarı atılırdı. Ta Hasan-ı Sabbah’ın zamanında yani 170 yıl önce konmuş olan bazı sıvı ve katı yiyecekler, oradaki depolarda bozulmadan kalabilmişti. ‘’
Hasan Sabbah Alamut'a yerleştikten sonra şöyle bir hutbe verdiği rivayet edilir:
"Ey Alamut halkı! bizim hakim olduğumuz beldelerde bugünden gayri kölelik, cariyelik yasaklanmıştır. Kimse köle ve cariye alıp satamaz. Anne ve babalar artık oğullarının köle ve kızlarının cariye olmasından korkmayacak. Ey Alamut halkı! bundan sonra bizim hakim olduğumuz yerlerde topraklar herkes arasında eşit paylaşılacak. Nizamül-Mülk gibi binlerce köyü ve toprağı olup da, o köylerde yaşayanlar gibi aç, fakir ve yoksun bizim topraklarımızda kalmayacak."
Alamut’ta dönemin şartları içinde oldukça gelişmiş olan bir haberleşme ve iletişim ağı bulunmaktaydı. Bu haberleşme kimi zaman kaleler arası aynalarla kimi zamanda güvercinler aracılığıyla yapılmaktaydı.
Alamut aynı zamanda bir düşünce ve felsefe okuluydu. Kale içinde bulunan kütüphane arkeologların tespitlerine göre İskenderiye kütüphanesinden daha büyüktü. Bu kütüphane Moğol orduları tarafından tahrip edilmiş, günümüze sadece Cüveyni’nin kurtarabildiği kitaplar ulaşmıştır.
Fatımiler, Suriye Nizarileri için 1123 yılında çıkan Nizari İsmaili karşıtı risalede ‘’Hashishiyya’’ kavramanı kullansa da bu kullanımın iktidar kavgası veren Ortodoks Şii Fatimileri’nin, Nizari İsmaililer’I için ‘’din sapkınlığı’’ anlamında kullandığı tarihsel ve teolojik bir gerçektir. Bir bütün olarak Hasan Sabbah ve refikleri için ‘’haşhaşi ve cennet bahçeleri’’ kavramlarının nasıl ortaya çıktığıyla ilgili hem filolojik hem de tarihsel olarak çeşitli izahlar olsa da bu tanımları, günümüzdeki bağlamıyla ilk olarak kullananların batılılar olduğu bir gerçektir.
‘’Haşhaşiler” tanımı, İsmaili savaşçıların haşhaş kullanıp eylem yapmaları sebebiyle değil; dinin özünü esasını benimseyenler anlamına gelen esasiyun deyiminin tahrif edilerek “haşşaşiyun”a (afyonkeşler) dönüştürülmesiyle icat edilmiştir. İsmaililer, Kudüs’ü bir Müslüman toprağı olarak gördükleri için dönemin Kudüs kralı Conrad of Montferrad’ı suikastla öldürmüşlerdir. Bu suikastın ardından haçlılar büyük bir paniğe kapılmış, bu savaşçıları assassin olarak tanımış ve bunların bu eylemleri bu kadar fedakârca ver korkusuz yapabilmelerinin afyon çekmeden olmayacağını düşünerek bunlara ‘’Haşhaşiler’’ demişlerdir. ‘’Esasiyun’’ yani dinin esaslarına bağlı kalanlar kelimesi de dönüşerek haşhaşiyun adını almıştır. Oysa ki savaşçılar, bu gücü inançlarından almaktaydılar. Samir Amin’in dediği gibi: ‘’Eylemci Haşhaşilerin tutucu ve net bir imandan başka uyuşturucuları yoktu ve olamazdı.’’
Son derece stratejik ve zor hedeflere siyasi amaçlı suikast düzenleyen savaşçıların, esrara ve kadına düşkün olmaları mümkün değildir. Cüveyni bile İsmaili yöneticilerin yanlarına asla kadın yaklaştırmadıklarını belirtir. Hedeflerini gerçekleştirmek için her türlü kılığa giren ve bunun için düşman saflarında uzun süre ajan şeklinde bulunan savaşçıların hedeflerine ulaşabilmeleri için aklı örten her türlü maddeden uzak durmaları gerekmektedir. Bu maddeleri alan birisinin stratejik hedeflere suikast düzenlemesi mümkün değildir. Aklı örten içki, uyuşturucu vb. maddelerin yasak olması, İsmaililer de yaygın görülen bir uygulamadır. Devrimci İsmaililik, aynı zamanda bir eğitim, kültür ve istihbarat hareketi olduğu için insanı oyalayan ve onun düşünmesini engelleyen her türden madde yasaklanmıştır. 1000’li yıllarda Bahreyn Karmatileri’ni ziyaret eden İsmaili seyyah Nasır-ı Hüsrev, Karmatiler’de de içkinin tüketilmediğini Sefername adlı eserinde yazmaktadır.
Hasan Sabbah ve refikleriyle ilgili bugün gündemde olan karamaların neredeyse tamamı İtalyan seyyah Marco Polo’nun yalanları ve bilinçli çarpıtmalarına dayanmaktır. Marco Polo, Hasan Sabbah’tan yaklaşık 200 yıl sonra Alamut’tan 300 km uzakta olan İpek Yolu’ndan geçerken Hasan Sabbah ve Fedailer hakkında bölgedeki dedikodulardan ve İtalya’da hapishanede kaldığı dönemlerde esir denizcilerin anlattığı egzotik hikâyelerden bir kurgulama yapmış ve bu kurguyu ‘’gerçek’’ diye lanse etmiştir.
Marco Polo, Alamut kalesini görmeden Alamut ve İsmaililik hakkında yazan ve bölgedeki Ortodoks Sünni anlatının karalamalarından etkilenerek Hasan Sabbah’ı bilimsel değil; kendi kurgularından yola çıkarak anlatan bir seyyahtır. Marco Polo, Alamut’taki arazilerin ıslah edilmesiyle elde edilen bu meyve sebze bahçelerini bir kurgu ile ‘’Hurilerle seks partilerinin yapıldığı cennet bahçelerine” çevirmiş, ezilenlerin kurtuluş mücadelesine olan sarsılmaz inançları ve bu inançlarından dolayı dönemin sömürgenlerine karşı korkusuz ve teslim olmayan bir feda mantığıyla gerçekleştirilen eylemleri de ‘’haşhaş içerek eylem yapıyorlar.’’ diye kurgulamıştır.
İlk dönem İslam Tarihi kaynaklarının hiçbirisinde geçmeyen bu kavramlar, cennet deyince aklına huriden başka bir şey gelmeyen ortodoks anlayışın mal bulmuş magribi gibi saldırmasıyla da çok sonraki dönem İslam Tarihi kitaplarına geçmiştir. O döneme kadar tüm İslam Tarihi kaynaklarında sadece ‘’Batıniler’’, ‘’Talimiler’’ ve ‘’Mülhidler’’ şeklinde tanımlanmışlardır.
Hasan Sabbah ve refikleri aynı zamanda bugünkü karşılığı antiemperyalist olan bir duruşa sahiptiler. Haçlı saldırıları sırasında Şam’ı savunan ve ünlü tarihçi İbnü’l Kalanisi tarafından “Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlar” olarak adlandırılan bu kişiler aynı zamanda da Kudüs’ü Selahaddin Eyyubi’ye altın tepside sunmuşlardır.
Hasan Sabbah ve refikleri kendisinden olmayanların derilerini yüzüp içine saman dolduran Selçuklu despotik yönetime karşı ezilenlerin devrimci şiddetini uygulamışlardır. Bu savaşçılar, hiçbir zaman sivil ve masum halka saldırmamış, tam tersine onları sömüren ve zulmeden yöneticilere karşı suikast düzenlemişlerdir.
Genel değerlendirme ve sonuç
Köleci ve feodal toplum aşamalarının devrimci duruşları olarak ortaya çıkan tek Tanrılı dinler, iktidarlaşma süreci ve tarihsel koşulların etkisiyle karşı devrime uğrayıp gericileşmiştirler. Çıkışı itibarıyla kurulu düzene bir isyan dili olan dinler, daha sonraki süreçlerde isyanları bastırmakta en önemli araçlar haline gelmiştir. Her din isyanla başlamış, her isyan da dinle bastırılmıştır. Tecrübe odur ki, hakikati savunanlar her zaman azınlıkta kalmıştır. İsyanların tarafında olanlar mağlup gibi gözükse de onurlu duruşlarıyla ezilenlerin zihin dünyasında yerlerini almışlardır.
Yaşadığımız topraklar, tek tanrılı dinlerin de doğduğu topraklardır. Bu topraklarda zulme karşı kılıç kuşananlar sadece devletin ‘’terörist’’ tanımından değil, aynı zamanda da devletli din adamlarının ‘’zındık, sapkın ve haşhaşi’’ yaftalarından nasibini alır ve almaya da devam etmektedir. Bu topraklardaki iktidar sahipleri, kendi bekası için dini kullanmış, iktidarının bekası ile dinin bekasını eş tutmuş, resmi din anlayışını ‘’hak’’ diğerlerini ise ‘’batıl’’ görmüştür. Bu bağlamıyla Tanrı devlet ve ‘’Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’’ sultan anlayışının hüküm sürdüğü bu topraklarda, sömürgen bozuk düzene karşı çıkanlar aynı zamanda Allah’a da karşı çıkıyormuş gibi görülmüştür. Tarihten günümüzde değin verilen ‘’Zındıklık, mülhidlik ve mürtedlik’’ fetvalarının neredeyse tamamı dini değil, siyasi sebeplidir. Bu algı yönetimlerinin ve gösteri toplumunun figüranlığını yapan menfaatperestler, gösteriyi bitiren gongu çalıncaya ve aslanlar da kendi tarihini yazıncaya kadar var olacaktır. Düzen böyle işliyorken düzenin çarklarına çomak sokan insanlar elbette çıkmış ve çıkmaya devam edecektir. Düzenin çarklarına çomak sokanları, tarihin sayfalarında ‘’mülhidler kılıçtan geçirildi.’’ şeklinde görürken modern zamanlarda da ‘’operasyonlarda ölü ele geçirilenler’’ olarak görürüz. Ezilenler, sömürünün olmadığı yeni bir dünya için yapılan eylemlerle yeni moral değerler kazanırken, egemenler o eylemleri yapanları katlederek bu moral değerleri yerle yeksan etmekten geri durmazlar. Egemenler, sadece katletmekle kalmaz aynı zamanda psikolojik savaş yöntemlerine de başvurarak amansız bir mücadele sürdürürler. Bu bazen bir tarih kitabında olur bazen de bir haber bülteninde. Adanmışların, atanmışlar üzerinde yarattığı gerilim oldukça sıkıntı verici olduğundan onları sadece günümüzde değil, tarihin sayfalarında da yalanlar ve çarpıtmalarla mahkûm etmeye devam ederler.
Hiç şüphesiz resmi tarihin çarpıtmalarına en fazla maruz kalan isimlerden birisidir Hasan Sabbah. Böyle olması da doğaldır doğal olmasına çünkü sömürgecileri, kendi korunaklı kalelerinde hançerletmiştir. Hasan Sabbah düşmanlarına (Sünni Bağdat halifeleri, Haçlılar, Moğollar, Selçuklu Sultanları) öncelikle barış teklif etmiş ama tüm teklifleri geri çevrilmiş ve kendisine saldırılmıştır. Evet, silahlıdır ama kendisine saldırmayanlara ve masumlara karşı hiçbir zaman silah kullanmamıştır. Tarihte, zorun rolünün başarısı ve gerçekliği aşikardır. Yeryüzünde şiddet olmadan kurulmuş tek bir uygarlık dahi yoktur. Esas olan şiddetin niteliği ve yöneldiği hedeftir. Bu bağlamıyla Hasan Sabbah ve yoldaşlarının tüm eylemleri bölge halklarına zulmeden ve onları sömüren yöneticilere karşı olmuştur.
Hasan Sabbah ve yoldaşlarına yönelik ‘’Haşhaşi’’ egemen karalamalarının aksine onlarda oldukça güçlü bir grup, dayanışma ve ideolojik bağlılık duygusu vardır. Egemenler bu gerçeği bilmelerine rağmen tıpkı modern zamanda olduğu gibi bir insanın ulvi değerler uğruna ölümü göze alabileceğine asla inanmak istememişlerdir. Modern zamanlarda feda eylemlerini bir türlü anlamlandıramayan, dünyasını kendi dar dünyalarından ibaret sanan, bireyciliği ve hazcılığı savunanlar, feda eylemleri yapanlar için günümüzde nasıl ‘’beyni yıkanmışlar’’ diyorsa o zamanlar da benzer eylemleri yapanlar için ‘’haşhaş kullananlar’’ demişlerdir.
Hasan Sabbah ve yoldaşları hem içten sızma şeklindeki eylemleriyle, hem gizlilikleriyle, hem ajitasyon-propaganda faaliyetleriyle ve en önemlisi de insanın insanı sömürmediği adil ve eşitlikçi bir dünya görüşü benimsediklerinden dolayı oldukça fazla ‘’tehlikeli’’ olmuşturlar. Tarihin sınıf kavgalarından ibaret olduğu bir gerçektir. Hasan Sabbah ve yoldaşları da tam bu sınıf kavgalarının göbeğinde doğmuş, ezilenlerin saflarında çarpışmışlardır.
Kendi dönemleri içerisinde oldukça ilerici ve eşitlikçi bir anlayışa sahip olan Hasan Sabbah’ın ne günümüz radikal İslamcı örgütleriyle ne de 'FETÖ’yle ne ideolojik ne de pratik anlamda ortak yanı yoktur. Nizari İsmailileri bu örgütlerden, ilim ehli olmaları, komünal, özgürlükçü ve adil bir toplum modeli anlayışlarından ötürü hem ideolojik, hem ekonomi-politik, hem de eylemlerinin yöneldiği hedefler anlamında ayrılırlar.
Hasan Sabbah ve yoldaşlarını bu örgütlerle eş tutmak tarihi bir pot değil, bilinçli bir çarpıtmadır. Hasan Sabbah’ın yapmaya çalıştığı, Mazdek’in, İmam Cafer-i Sadık’ın, Farabi’nin ve İhvan-ı Safa mensuplarının özlemini kurduğu, ezen ve ezilen çelişkisinin bulunmadığı asırların ütopyası olan yeryüzü cennetiydi. Cennet deyince aklına huriden ve uçkurundan başka bir şey gelmeyen ortodoks anlayışın Hasan Sabbah’ın oluşturmaya çalıştığı yeryüzü cenneti modelini de bu tarz karalama kampanyalarına feda etmesi şaşılacak bir durum değildir.
Hasan Sabbah ve yoldaşları davalarına oldukça sadık bir duruş sergilemişler, asla teslim olmamış ve son ana kadar savaşmışlardır. Onların kaybedecekleri ayaklarındaki zincir, kazanacakları ise yeni bir dünya vardı. 1256’da belki Alamut düşmüştür ama gerek örgütlenme biçimleriyle gerekse de ideolojik anlayışlarıyla gelecek kuşaklara önemli miras bırakmıştır. Partilerin olmadığı dönemde sınıf mücadelelerinin din/mezhep kisvesi altında ütopik sosyalist hareketlerle yürütüldüğü bir gerçektir. Bu gerçekliği, günümüz dünyasında bilimsel sosyalizm almıştır. Hasan Sabbah ve yoldaşlarının açtığı yol bugün sosyalist mücadele de hala diri olarak yaşamaktadır. Alamut’un düşüşünün ardından İsmaili dava gizli dervişler aracılığıyla sürmüştür. Bu dervişler aracılığıyla devam eden miras gerek Melamilik, gerekse de Hurufilik gibi çeşitli tasavvufi akımlarla devam ettiği gibi bugün Nizari İsmaililiği’nin değişime uğramış şekliyle olan ‘’Ağahanlık’’ anlayışıyla da çeşitli bölgelerde etkisini kısmen devam ettirmektedir. Hasan Sabbah, Öteki İslam Tarihi’nin en önemli fikir ve eylem insanlarından birisidir. Özlemi sınırsız ve sınıfsız bir toplumdur. Tıpkı Thomas Müntzer’de, Babek Hürremi’de, Zenc Hareketi’nde, Karmatiler’de, Şeyh Bedreddin’de, Celaliler’de, Mahir’de, Deniz’de, İbrahim’de ve Orhan’da olduğu gibi.
Kaynakça:
1-Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Türk Tarih Kurumu, Çeviren: Mürsel Öztürk, Ankara, 2013.
2-Reşidüddin Fazlullah, Camiu’t-Tevarih (İlhanlılar Kısmı), Türk Tarih Kurumu, Çevirenler: İsmail Aka, Mehmet Ersan, Ahmad Hesamipour Khelejani, Ankara, 2013.
3-İbnü’l Esir, El Kamil Fi’t Tarih, Bahar Yayınları, Çeviren: Abdullah Köse, İstanbul, 1989.
4-Şehristani, El-Milel Ve’n-Nihal, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, Çeviren: Mustafa Öz, İstanbul, 2015.
5- Daftary, Farhad, İsmaililer, Alfa Basım Yayım, İstanbul, 2017.
6- Kaygusuz, İsmail, Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul, 2012.
7- Bulut, Faik, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin Yayınları, İstanbul, 2010.
8- Çelik, Aydın, Fatımiler Devlet Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2018.
9- Karakuş, Nadir, Haçlı Seferlerinde Haşhaşiler, Mana Yayınları, İstanbul, 2018.
10-Duri, Abdülaziz, İslam İktisat Tarihine Giriş, İnsan Yayınları, Çeviren: Sabrı Orman, İstanbul, 2014.
11- Altungök, Ahmet, Eski İran’da Din ve Toplum, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2015.
12- Ballı, Hasan Hüseyin, Hurufiliğin Doğuşu ve Fazlullah Hurufi, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2013.
13- Engels, Friedrich, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları, Ankara, 1999.
14- Bartol, Vladimir, Fedailerin Kalesi Alamut, Koridor Yayınları, İstanbul, 2016.
15- Alican, Mustafa, Fatımi Halifesi El-Müstansır Billah Döneminde Mısır’da Yaşanan Sosyo-Ekonomik ve Siyasi Buhran Üzerine İnceleme, Tarih Dergisi, Sayı 59, İstanbul, 2014.
E-Mail: emreergulyazi@gmail.com
(artıgercek)