Ali ÇATAKÇIN(*)
Finans Kapital mevcut yönetsel ve ekonomik sistemde bir değişimi zaten öngörüyordu. Bu süreç başlamıştı. Bu sürecin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sancıları sosyal hakların kısıtlanması, sosyal devletin giderek otoriteleşme eğilimleri, geri kalmış ülkelere ise (Başta Ortadoğu olmak üzere), savaş ve kaos şeklinde yansıyordu.
Teknik ve teknoloji çağının ulaştığı aşamaya bakıldığında, değişim Dünya egemen sistemleri için bir zorunluluk haline gelmişti; tıpkı 1960’lardaki gibi.
1990 yıllarında netlik kazanan bu değişim plan ve programının uygulanabilmesi için bir dizi yol (Taliban, El-Kaide, Birinci ve İkinci Körfez savaşları, İkiz kule saldırıları ve ardından Irak işgali, DAİŞ-Suriye v.b) planlamıştı. Pandemi, daha önceden planlanan bu geçiş sürecinde ortaya çıkan krizlerin yükünü üstlenerek, geçiş sürecinin krizinden kaynaklı ortaya çıkacak sosyal tepkileri engellemek için düşünülen önlemlerin uygulanmasını kolaylaştırdı.
Koronavirüs ile birlikte yaşanan krizi, finans kapital sistem ve geniş toplumsal kesim, demokrasi cephesinin, farazi kazanım ya da kayıp tahminleri üzerinden değil de, krizde bu taraflardan kimin hangi örgütsel bütünlüğe sahip olduğu, kimin krizin çözümüne ne öneriler sunduğu üzerinden yapılırsa, sanırım kriz sonrası dönemin ne ve nasıl olacağı konusunda daha iyi bir ön bilgiye ulaşmak mümkün olur.
Gerek kriz dönemlerinde, gerekse normal süreçlerde sürecin sonunda kimin nasıl çıkacağı, olağan üstü ya da normal süreci kimin nasıl yönettiğine, nasıl planlayıp projelendirdiğine bağlı. Krizin sonunda genel olarak dünya da, özel olarak da Türkiye’de hangi sonuçların ortaya çıkacağı buna bağlı.
Görünen o ki, pandemi, otoriter yönetimler tarafından önceden planlanan değişimin kurallarının engelsiz uygulamanın aracı olarak kullanılmakta. Salgın, sistemin örtülü uygulamaya çalıştığı değişim planını deşifre etti diyebiliriz.
Tarafların durumunu ele aldığımızda ise, Sistemler kendilerine göre iyi bir plan ve projeye sahip olduğunu görüyoruz. Buna karşılık, ‘Demokrasi’ bloğu plan ve projeden yoksun, bloğun doğal bileşenlerini meydana getiren toplumsal kesimlerin siyasi ‘temsilcileri’ arasındaki süren ötekileştirme politikalarını değerlendirdiğimizde, krizin sonunda sistemler kazanarak çıkarken, ‘Demokrasi’ muhalefetinin bu dağınıklığıyla süreçten kocaman bir sıfırla çıkacağını gösteriyor.
Sonuçta toplumun yararına olacak bazı kısmi gelişmelerde (özellikle toplumsal muhalefetin örgütlü bir güç olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde) olacaktır. Fakat bu kazanımları, sürecin sunduğu avantaj sonucu elde edileceklerin çok gerisinde ve sistemin kendi bekasını korumak için verdiği küçük ‘hediyeler’ olarak görmek gerekir.
Bu durumu Türkiye özgülünde değerlendirirsek, muhalefetin görevi ne olmalı? Türkiye’deki muhalefetin ilk işi, geniş toplumsal kesimlerin ortak talepleri olan demokrasi ve özgürlük ilkeleri etrafında kendi siyasi ve ideolojik farklılıklarını bir kenara bırakarak, buluşmak olmalı. Bu, sistemin ‘toplumu bölme’ tarihsel politikasının yarattığı suni düşmanlıkları aşmanın en önemli adımı olur. Toplum için solunacak hava, içilecek su kadar hayati olan toplumsal barışa da atılacak ilk adım. Kısaca toplumun ortak istemi olan demokratik ilkeler üzerinde uzlaşmak.
Bu mantıkla bir araya gelen muhalefetin hoşgörü, tolerans, birbirini kabullenme ve birlikte mücadele zihniyeti işlemeye başladığı zaman, bir yandan toplumun arasına örülen duvarların yıkımı başlamış olacak, o bir yandan da ülkeyi dar boğaza süren yönetim ve yönetsel politikalar boşa çıkarılmış olacak. En önemlisi toplumda ‘kahraman’ kurtarıcılığı yerine kendi öz gücüne güven duygusu gelişecek. Türkiye toplumunun çektiği bütün acıların kaynağı, toplumun kendisine güvenden çok, geleceğini ‘Kurtarıcıya’ teslim etmiş olması.
Türkiye’de iktidar kendi meşruiyetini, ‘vazgeçilmez kurtarıcı’ ayakları üzerinden yürütüyor. Toplum da bu yalanı yutmuş (en azında önemli bir çoğunluk) görünüyor. Bu yalanı boşa çıkarmak, bu politikayı deşifre etmek ancak Demokrasi bloğu mensubu bütün güçlerin bir araya gelmesiyle mümkün. Bu güçler muhalefet adına bir birini kemirdiği sürece toplumun bunlara güven getirmesi mümkün değildir. Hakeza iktidarda olan kesimin faşist ve anti-Demokratik uygulamalarını boşa çıkarmak, tek adam rejiminin felaket olduğunu topluma anlatmak da mümkün olmaz.
Demokrasi bileşenleri topluma umut veren gelecek hikayeleri anlatmalıdırlar. Fakat bu yetmiyor. Daha önemlisi, bu hikayeleri gerçekleştirecek olan güçlerin (Toplumun) kendilerine güvenmelerini sağlamalıdırlar.
Suç iktidara gelenin doğasında değil, suç, iktidarı kendi egemenliği için ele geçirmek isteyenin, toplumun geri kalan kesimini iktidarın ortağı değil, onun hizmet gücü olarak gören zihniyetin de. Bu da bir sistem sorunu. Sistemi değil de, onu o an elinde tutan partiye saldıran bir muhalefet, iktidar olmak için muhalefet, fakat demokrasi ve özgürlüklerin sağlanması, çoğulcu katılımcı demokrasinin tesisi için muhalefet değil. Türkiye de eksik olan bu. Bunu yaratmak mümkün mü? Evet ve hayır?
(*)Dersim İnşa Kongresi Eş Başkanı