Kürt lider Seyîd Rıza’nın 1920, 1937 yıllarında Sevr Heyetine, 1937 yılında dönemin İngiliz ve Fransız hükümetlerine yazdığı mektuplar üzerine, araştırmacı-yazar, akademisyen Sedat Ulugana ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin bugünkü bölümünde mektupların detayları ve dönem koşullarında Seyîd Rıza’nın nasıl bir lider olduğunu konuştuk. Mektupların içeriği ve diline bakıldığında Seyîd Rıza’nın sadece bir inanç önderi değil ”Kürdistani bir sima, diplomatik, dönemin güncel gelişmelerini yakından takip eden” bir lider olduğunun görüldüğünü söyleyen Ulugana mektubunda Seyîd Rıza’nın çok kesin ifadelerle ”burası Kürdistan”dır” diyerek, ”Kürdistan”ın tanınmasını istediğinin altını çiziyor.
Ulugana, tarihi ışık tutan Seyîd Rıza mektuplarının ayrıntılarını anlatırken; Ali Şêr’in bir mektubuna da atıfta bulunarak, ”Kürdistan’da o dönemde Dersim özelinde Kürtlüğün birleştirici bir mayaya dönüştüğüne dair önemli bir kanıttır” diyor. Dersim’deki etnografik çalışmalara ilişkin araştırmalarının detaylarını da aktaran Ulugana, ”Kürt değil Zaza” tartışmasına da nokta koyuyor: ”Misyonerlerin tuttuğu belgelerde, görüştükleri kişilerden tek bir kişinin bile kendisine ‘Zaza” dediğine tanık olmuyoruz. Belgelerde misyonerler görüştükleri kişilerin kendilerine ‘Kürt’ olduklarını ve konuştukları dilin de ‘Kirmanckî’ olduğunu söylüyorlar.”
1920 ve 1937 yıllarında yazılan bu mektuplara baktığımızda nasıl bir Seyîd Rıza portresi açığa çıkıyor?
Seyîd Rıza, Dersim başta olmak üzere, Kürdistan’ın özgürleşmesinin farkında olan bir politik lider, bir aşiret reisidir. Aynı zamanda dönemin –Kemalistler 1920’li yıllarda Türkçülüğü pek dile getirmiyorlar- Kemalistlerinin Osmanlıcılık üzerinden yürüttüğü siyasetin sonuçta nereye evrileceğini kestirebiliyor, temkinli yaklaşıyor. Bu temkinli yaklaşımına bakıldığında, bu tavrın dikkate alınacak bir “lider tavrı” olduğunu anlamak mümkün.
Ayrıca o dönemde birçok Kürt aşiret liderinde olmayan, bir özelliği var. O da, her şeyden önce kendisi, Kürdistani bir sima olarak karşımıza çıkıyor.
Bu mektuplara baktığımızda kullanılan dil son derece diplomatiktir. Bu da bize Seyîd Rıza’nın iyi bir hitabet gücünün de olduğuna dair önemli bir fikir veriyor.
Yani Seyîd Rıza elbette önemli bir inanç önderidir. Ama Seyîd Rıza’yı sadece bir inanç önderi olarak ele almak, doğru değildir. Seyîd Rıza sadece bir inanç lideri olmak dışında, politika ile ilgilenen ve o kısıtlı şartlarda dönemin güncel gelişmelerini takip eden biridir. Mesela mektubunda, Wilson Churchill ilkelerine atıfta bulunarak, “Her milletin kendi geleceğini tayin etme hakkının olduğunu ve bundan dolayı Kürtlerin de kendi gelecekleri hakkında, kendilerinin karar vermesi gerektiğine” dair vurguda bulunuyor.
Çok ilginç bir tarihi detay daha var 1920 tarihli mektupta. Seyîd Rıza mektubunda şunu da söylüyor: “Birinci Dünya Savaş’ında sadece Ermenilere karşı bir kırım yapılmadı. Nazimiye kazalarında mazlum Kürt ahalimizden 17 bin kişi öldürüldü ve Fırat Nehri’ne cansız bedenleri atıldı.”
Bunu kimse dile getirmiyor ama Birinci Dünya Savaşı döneminde 17 bin Dersimli –o dönemde Dersim çok büyük bir bölgeye tekabül ediyor. Bugünkü Dersim’den Maraş’ın aşağı bölgesine kadar ki bölge- 17 bin Kürt, Türk devleti tarafından öldürüldü.
Bunu şundan dolayı dile getiriyorum: Seyîd Rıza diyor ki, “Siz, bizi Birinci Dünya Savaşı’nda Türk veya Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak görmeyin. Osmanlı Birinci Dünya Savaş’ında Kürtleri de katletti”.
Mektubun önemli bir özelliği de şu: O dönem Sevr Antlaşması gereği, Van Ermenilere bırakılacak. Seyîd Rıza buna da itiraz ediyor aslında. Şunu söylüyor: “Biz Kürt milleti Allah’ın izniyle kendi geleceğimizi ve milli bağımsızlığımızı tayin edeceğiz. Dünyaya malum olsun ki, Kürdistan’ın kuzey hududunda bulunan Erzincan’ın kuzeyindeki dağlarla, Kızılırmak’ın kaynağını oluşturan havzayı teşkil eden Zara, Qoçgirî dahil; Kürdistan’ın tarafınızdan tanınmasını istiyoruz.” Bunu söylerken Seyîd Rıza özellikle şunun altını çiziyor: “Buna Erzincan’ın kuzeyindeki dağlardan tutun, Kızılırmak’ın kaynağı olan havza da Kürdistan’dır.”
Avrupa’dan çok kesin ifadelerle “burası da Kürdistan’dır” diyerek, Kürdistan’ın tanınmasını istiyor. Cümlelerine şu şekilde son veriyor: “Bunu bütün Kürt ve Kürdistan milleti namına sizden arz ediyoruz.” Yani “Kürt milleti” yanına “Kürdistan milleti” diyerek başka bir tanımlamada bulunuyor. Burada “Kürdistan milleti” olarak neyi kastettiği tam belli değil ama Seyîd Rıza büyük ihtimalle Kürtlerin yanı sıra Süryaniler, Keldaniler ve Ermenileri de kastediyor.
Dersim soykırımı öncesi, neler yaşandı? 1937 öncesi Türk devleti ne gibi hazırlıklar yaptı? Bu mektuplarda buna değiniliyor mu?
Seyîd Rıza’nın da belirttiği gibi Birinci Dünya Savaşı döneminde Dersim’de bir katliam gerçekleştiriliyor ve 17 bin Kürt katlediliyor. İkinci olarak 1930’lu yıllarda Xozat katliamı var. Sonrasında ilkin Dersim’e yollar açılarak, karakollar yapılarak bir “toplumsal mühendislik” inşa edilerek soykırım hazırlığı yapılıyor. Dersim ilkin kuşatmaya alınıyor ve ardından büyük soykırım gerçekleştiriliyor.
Dönemin Türk misyonerlerin belgelerinde Dersim için “Kürtlüğün merkezi” denildiğini biliyoruz. Burada birleştiri olan inanç mı, yoksa Kürtlük mü?
Dersim’de önemli bir Kürtlük bilinci var. “Jin” gibi İstanbul’da Kürtçe basılan gazeteler, Dersim’de Seyîd Rıza gibi önderlere bir şekilde ulaştırılıyordu. Bu önderler Kürdistan’daki gelişmelerden, Kürdoloji üzerine yapılan çalışmalardan haberdarlar.
Dikkatimi çeken şeylerden biri de şudur: Ali Şêr o dönemde yazdığı mektubunda, “Selahaddin Eyyubi’den” bahsediyor. Ali Şêr, Selahaddin Eyyubi’nin Sünni-İslam kimliğindense, Kürt kimliği ile ilgileniyor. Mektubunda, “O zaman bir Selahaddin vardı. Ortadoğu’nun hemen hemen bütününü fethetti. Ama şimdi eğer siz Sevr’de hakkımızı vermezseniz, Kürt milletinin temsiliyetini, Kürdistan’ın bağımsızlığını gasp ederseniz, bilinki daha fazla Selahaddin çıkar” diyor. Bu şu anlamda çok önemlidir; Kürdistan’da o dönemde Dersim özelinde Kürtlüğün birleştirici bir mayaya dönüştüğüne dair önemli bir kanıttır.
Dersim’de etnografik çalışmalar ne zaman başlıyor? Bu etnografik çalışmaların sonucunda, Dersim kültür ve inancı nasıl tanımlanıyor?
İlk etnografik çalışmaları 1830’lu yıllarda, Hıristiyan misyonerler yapıyor. Bu çalışmalar 1914 yılına kadar devam ediyor. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla misyonerler geri dönüyorlar. Dersim’deki Kürt-Alevi inancıyla ilgileniyorlar. Hatta bir dönem Dersim’in “Hıristiyanlaştırılması” için çalışmalar da yürütülüyor. Özellikle Sivas’ın Zara, Qoçgirî bölgesinde çalışma yürüten misyonerlerin tuttuğu belgeleri incelemiştim. Burada şu belirtilmiş; “Biz buradakileri Hıristiyanlaştıramıyoruz. Çok arkaik bir inançları var. Buradaki inanca, tam olarak ne Müslümanlık, ne de Alevilik diyebiliyoruz. Buradaki Kızılbaş Kürtlerin çok farklı bir inançları var.”
Aslında misyonerler bilmeden şunu söylüyorlar: Aslında buradaki Kızılbaş Kürtlerin inançlarının, İslam öncesi Kürt inancına tekabül ettiğine, İslam öncesi Kürt inançlarının numunelerini taşıdığına dair bir fikir veriyor bize.
Tipoloji olarak, burada yaşayan Kürtlerin, orijinal Kürt tipolojisine uyduğuna dair de söylemler var. Yani buradaki Kürtleri, Kürdistan’ın,–özellikle Qoçgirî Kürtlerini, ki Dersim Kürtleridir- Kürtlüğün merkezinde görüyorlar. Asıl dikkat çekici şey şudur; misyonerlerin tuttuğu bu belgelerde, görüştükleri kişilerin tek bir kişinin bile kendisine “Zaza” dediğine tanık olmuyoruz. Belgelerde misyonerler görüştükleri kişilerin kendilerine “Kürt” olduklarını ve konuştukları dilin de “Kirmanckî” olduğunu söylüyorlar.
Sivas’ta bulunan, Amerika protestan misyoner örgütü ABCFM’in (Amerikan Board of Commissioners for Foreign Missions) belgelerinde de bunları görmek mümkün.
Günümüze, özellikle Dersim’de “Kürt değiliz Zazayız” diyen bir kesim var. Araştırmalarınızda ve Seyîd Rıza’nın mektuplarında “Zazalıkla” ilgili bir şeyler söyleniyor mu?
Dersim Kürtleri hiç bir zaman kendilerine Zaza dememişlerdir. Zaza kavramını ilk olarak Evliya Çelebi dile getiriyor. Evliya Çelebi’nin bahsettiği ise sadece Kirmanckî konuşan, “Zaza Kürt’ü” dediği bir aşirettir. Ama devlet, buradakilerin Kürt olmadığını kitleler nezdinde kabul ettirmek için “Zaza” kavramını sürekli gündemde tutuyor. Kendisine Zaza demeyenlere, “Zaza” kelimesini devlet kullanıyor sürekli. Yani dışsal bir kavramdır.
Seyîd Rıza’nın dediği gibi uç sınırlar, yani Kürdistan’ın kuzey sınırlarını oluşturan dağlar, genelde Kızılbaş Kürtlerdir. Erzincan, Maraş, Sivas gibi Kürdistan’ın uç bölgelerinde, “Rom” dediğimiz Anadolu Türklüğünün sınırlarını belirleyen yerlerde Kürt deyince akla “Kızılbaş-Alevi”, Türk deyince de “Sünniler” gelir. Bu bölgeler Kürt Alevi bölgelerdir. Bunu 19.yüzyıl ve 20. yüzyıl Sivas raporlarında görebiliyoruz. Aynı şekilde 20. yüzyıl başlarında Kemalist devletin tutmuş olduğu raporlarda da, böyle bir ayrımı keskin şekilde görebiliyoruz.
Mesela Kemalistlerin Kürtlere dönük asimilasyonunun sistemleşemediği 1920’li yıllarda, kendi raporlarında hala bu bölgelere “Kürt” diyorlar. Herhangi bir raporda “Zaza” kavramına rastlanmıyor. Kemalist Cumhuriyet’in sistemleşen asimilasyonu ile birlikte, öncelikle 1930’lu yılların ortalarında, Dersimlilerin ve özellikle Alevi-Kürtlerin Türk oldukları, Horasan’dan geldikleri, Türkmenistan’dan gelen öz Türkler olduğunu iddia eden bir propaganda yürütülüyor. Bu propaganda yeterlilik arz etmediğinde, Kürtler arasındaki parçalamayı sağlamadığında ise 1960’lı yıllarda “Zaza Türkleri” diye bir propaganda devreye konuluyor. Bu da 1990 yıllara kadar sürdürüldü ama yine tutmadı. Bu defa da devlet kanalıyla “Zazalar Kürt değil” propagandası devreye konuldu.
Şunu söylemek mümkün mü? Katliamı yapanlar aynı zamanda katliamın neden yapıldığına dair çarpıtma tarihi de yazıyor. Bu mektupları baz alarak, Kürt tarihinde Türk devleti aracılığıyla yapılan kara propagandanın karşısına hangi gerçeklik çıkıyor?
Zaten mektupların yeniden yorumlanmaya ve ele alınmaya ihtiyacı olduğunu bilerek, ulaştım. Bu mektuplar daha önce de Kürt aydınları tarafından incelendi ama eksik şekilde yorumlandı. Devlet tarafından çarpıtılan Kürt tarihinin birçok konusunu aydınlatan veriler mevcut mektuplarda.
Bu mektuplar ışığında aslında üç konuyu tekrar açmamız, tartışmamız mümkün oluyor.
Birincisi; iki Halit’in bilinçli olarak karıştırılması.
İkincisi; mektuplarda kullanılan dile baktığımızda Kürdistan adına konuşmalar.
Üçüncüsü; 1937 yılında Seyîd Rıza’nın yazdığı mektubun İstanbul’dan gönderildiğine dair çarpıtma bilgidir.
Nuri Dersimi şunu söylüyor: “Bizim dışarıyla iletişimimiz çok iyiydi”. Buna dikkat etmek gerekiyor. Seyîd Rıza’nın mektupları yazdığına dair onlarca kanıt bulunuyor.
Mesela Kürt tarihinde “Cibranlı Halit Bey”, Kürtleri Alevi-Sünni eksenli bir çatışmaya sürüklemede, kurban olarak seçiliyor. Özellikle Varto bölgesindeki, Kürt-Alevi aşiretleri “Cibranlı Halit Bey, Hamidiye alaylarında yer aldı. Burada yaşayanlara saldıranlardan birisiydi” diyorlar. Ama şunu tespit ettik ki Halit Bey, Hamidiye Alayları’na tabi değil. Hamidiye Alayları’nın kurulduğu dönemde Halit Bey 8 yaşındadır. Halit Bey o dönemde İstanbul’a gönderilmiş ve burada Harbiye’de okumuş, daha sonra düzenli orduya katılan biridir. Halit Bey 1916 yılına kadar Kürdistan’a gelmemiş. 1902 yılında Harbiye’den mezun oluyor, İstanbul’dan Filistin’e gönderiliyor. Filistin’de kalıyor yıllarca. Oysa Hamidiye Alayları’nda yer alan kişi Halit Bey’in babasının, amcasının oğlu olan aynı isimli başka birisidir. Bu iki Halit karıştırılıyor. Bahsettiğimiz Cibranlı Halit Bey’in Ermeni katliamı ile alakası yok. Oysa bu gerçekliğe rağmen birçok kaynakta “Cibranlı Halit Bey’in başında olduğu Cibran Aşireti Ermeni Soykırımı’na katıldı” bilgi yer alıyor.
Cibranlı Halit Paşa 1916 yılında Kürdistan’a geliyor, Kağızman’a gidiyor. Başka kaynaklardan öğreniyoruz ki, birçok Ermeniyi kurtaran Cibranlı Halit Bey’dir. Mehmet Fırat’ın “Derbeder Hayatım” isimli bir kitabı var. Ki kendisi Mehmet Şerif Fırat’ın akrabasıdır. Mehmet Şerif Fırat ise “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” kitabının yazarıdır. Mehmet Fırat, “Derbeder Hayatım” kitabında Halit Bey’den; “inanılmaz bir insandı, çok adaletliydi” diye bahseder. O da kitabında Hamidiye Alayları’nda ismi geçen Halit’in, günümüzde “katliamda yer aldı” denilen Halit Paşa olmadığını belirtmiştir. Maalesef kitleler nezdinde, yanlış bir bilgi yayıldı mı, devlet de bunu bir şekilde körükleyerek, Kürtler arasında parçalamanın unsuruna dönüştürüyor.
Kürt tarihinde bu iki Halit meselesi, Nuri Dersimi’nin anılarında da geçiyor. 1916 yılında buralara dönemin iktidarı tarafından gönderilen Halit var. Bu kişinin ismi “Deli Halit Paşa’dır.” Bu kişi de Topal Osman gibi devlet tarafından görevlendirilerek, Kürdistan’daki katliamları gerçekleştiren biridir.
Seyîd Rıza’nın da mektubunda bahsettiği gibi Deli Halit Paşa, binlerce Dersimli Kürt’ü katledip, Fırat nehrine atıyor. Cibranlı Halit Bey ise 1919 yılında Dersim’e ziyarette bulunuyor. Cibranlı Halit Bey’in Dersim’e gitmesi ise tamamen bir komplodur. Nuri Dersimi’nin de dediği gibi, Halit Bey’i İstanbul’dan tanıyorlar. Halit Bey son derece Kürt davasına bağlı biridir. Sünni Kürtler ile Alevi Kürtler arasında bir çatışmayı provoke etmek için Osmanlı Devleti bilinçli olarak Dersim’e gönderiyor. Gönderilme amacı ise Dersim’de bulunan silahları toplamaktır. Cibranlı Halit Bey de Dersimin ileri gelenleri de bunun farkında. Nuri Dersimi’nin de dediği gibi, Dersimliler Halit Bey’i ağırlıyorlar. Dönerken Dersimliler ellerinde bulunan işe yaramaz silahları toplayıp, Halit Bey’e teslim ediyorlar. Devlet bir provokasyon planlıyor. Çünkü devlet Halit Bey’in yurtsever olduğunu biliyor, Dersim aşiretlerinin de yurtsever olduğunu biliyor ve Kürtler arasında Sünni-Alevi çatışması doğurmaya çalışıyor ama iki tarafta bu tuzağın farkında olduğu için, bu provokasyon boşa düşüyor.
Bazı cenahlar bilinçli olarak bu iki Halit meselesini karıştırıyorlar, çarpıtıyorlar. Yani 1916 yılında Dersim’de katliam yapan Deli Halit Paşa ile 1919 yılında devletin Dersim’e gönderdiği Cibralı Halit Bey bilinçli şekilde karıştırılarak mezhep çatışması hedeflenmiştir. Tümgeneralliğe kadar yükselen Deli Halit Paşa ise Mustafa Kemal tarafından daha sonra askerden alınarak, Ardahan’dan milletvekili seçilerek mecliste yerini alır. Ve yine Mustafa Kemal tarafından 14 Şubat 1925 yılında öldürtülür.
Barış Balseçer / Y.Özgür Politika