“Günün Adamı Olmaya Çalışma, Hakikatin Adamı Olmaya Çalış, Çünkü Gün Değişir Hakikat Değişmez” Mevlana.
Osmanlı döneminde yaşanılan acı olaylar, Alevi toplumunun hafızasında çok canlıdır. 3 asır boyunca Aleviler hakkında fetvalar verilmesi, fermanlar yayınlanması, Yavuz-Selim’in kırk bin Alevi’yi katletmesi, I. Ahmet’in Sadrazam’ı Kuyucu Murat Paşa’nın otuz bin Alevi’yi ‘ateş kuyularında’ katletmesi, II. Mahmut’un Alevi-Bektaşi dergâhlarını yasaklanması, Alevilerin zihin dünyalarında bugün bile sarsıntılı bir şekilde devam etmektedir. Ayrıca Osmanlı tarihinde yaşanılan acı olaylar, Aleviler de büyük bir özgüven kaybına ve yaşamlarından sürekli olarak endişe etmelerine neden oldu. Osmanlı döneminde büyük baskılara ve katliamlara maruz kalan Aleviler için, Cumhuriyet döneminde de değişen yeni bir şey olmadı. Cumhuriyet döneminde Aleviler inanç-kimlikleri ve varlıkları yok sayıldığı gibi, büyük saldırıların-katliamların hedefi olmaktan da kurtulamadılar.1921 Yılında Koçgiri’de ve 1937–38 yıllarında Dersim’de büyük katliamla ve sürgünle karşılaştılar. Alevilere karşı işlenen katliamlar zinciri 1966 yılında Muğla Ortaca’da, 1967 yılında Maraş Elbistan’da, 1971 yılında Hatay Kırıkhan’da, 1978 yılında Malatya’da, 1978 yılında Sivas’ta, 1978 yılında Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’te Sivas’ta, 1995’te İstanbul Gazi ve Ümraniye’de devam etti.
24 Temmuz 1923’te Lozan’da kendini uluslar arası statüye kabul ettiren Cumhuriyet, belirlenen sınırları içinde Türk ve “Sünni-Hanefi” (tekçi) bir ulusal kimlik ekseninde kendini kurumsallaştırmaya yöneldi. Bu eksende etnik ve inançsal alanda büyük bir çeşitlilik gösteren Türkiye’nin toplumsal yapısı, Türk üst kimliği adı altında, Tüm kimliklerin Türk-“Sünni-Hanefi” bir potada eritilme sürecine gidildi. Bu yönelim başta Kürtler olmak üzere tüm farklı etnik kimliklere Türkleşmeyi, Alevilere de Sünnileşmeyi dayattı. Dolayısıyla kurucu irade Lozan öncesi yani Milli Mücadele sürecinde, ittifak ettiği Kürtleri ve Alevileri yok saydı. Bu tekçi anlayışa göre bundan böyle herkes Türk’tür ve Türkiye Türklerindir, “Türkler de inançsal olarak “Sünni’dir ve Hanefi’dir”, yani Müslüman’dır. Burada Sünni-Hanefi Müslümanlıkta kastımız tekçi zihniyetin öngördüğü (istediği) bir Sünni Hanefi inanç sistemidir. Söylenenin ve düşünülenin aksine Cumhuriyet döneminde, Aleviler açısında özgürlük ve eşitlik alanında köklü bir değişiklik yaşanmadı. Alevilerin koşulsuz desteğiyle kurulan Cumhuriyet rejimi, kurulduktan sonra ilk iş olarak Alevileri reddetti. Aleviler, farklılıklarıyla rejim için “sorun” olarak algılanmaktan ve asimile edilmekten kurtulamadılar.
Tek tipleştirmeye uygun bir şekilde Şeriye Bakanlığı yerine, 3 Mart 1924 yılında 429 Sayılı Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Kurucu irade Diyanet’e, başta toplumun dinsel alanda tek tipleştirilmesi ve Alevilerin asimilasyonu görevini verdi. Ve devletin bu kurumu ta başından beri tek tipleştirme aygıtı olarak çalışmaya başladı. Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş misyonu gereği, Cami, Namaz, Ramazan orucu, sahur, iftar ve Bayramı gibi tüm “Sünni” ritüelleri, Türkiye’nin dinsel gerekleri olarak yaygınlaştırdı. Oysaki bütün bunlar Alevi inanç sisteminde olmayan şeylerdi. Diyanet İşleri Başkanlığı kendisine biçilen misyon (görev) gereği Alevileri asimile çabası içine girdi. Yine bu çerçeve içerisinde Köy-Mahalle gibi yerleşim birimlerine Cami yapılması önkoşulu 1924 yılında çıkarılan 442 Sayılı Kanunla zorunlu hale getirildi. Yerleşim birimlerine bir şey yapılacaksa bunlar arasında Cami ön sıradan sayıldı. Yine 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Kanun’un asıl muhatabı, sanılanın aksine Alevi kurumlarıdır. Başta Alevilerce çok önemsenen Hacı Bektaş Dergâhı olmak üzere tüm Alevi kurumları (gericilik yuvaları suçlamasıyla) bu kapsam içine alınarak dağıtıldı. Alevi Yol Önderi Pirler (Dedeler) yasaklandı. Adeta II. Mahmut’un 1826’da yaptıkları tekrarlandı. Bu yapılanlar adaletsizlikler de topluma “çağdaşlaşma girişimi olarak sunuldu. Ta başından beri Tekçi-inkârcı devlet aklı, resmi kimliğin dışındaki tüm toplumsal kimlikleri potansiyel düşman olarak görüp, sistematik bir şekilde asimile ve yok etmeye çalıştı. Aleviler 90 yıldır adaletsiz bir gerçekle yaşıyorlar, kimi Alevilerde bu adaletsiz gerçekle yüzleşmek istemiyor. Bütün bunlar olmamış ve yaşanmamış gibi davranıyor. Yazımı, Pir Sultan Abdal’ın “Şu kanlı zalimin ettiği işler” şiiriyle bitiriyorum. Aşk İle Kalın.
“Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zâreler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pâreler beni
Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
On derdim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
Pir Sultan Abdal’ım can göğe sığmaz
Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaralar beni.”
Mehmet Kabadayı.
İletişim: Mehmet_k.34@hotmail.com