“Susamam” klibi de, bu kapkara hukuksuzluk ortamı için herkese şöyle sesleniliyordu: “Çünkü çocuk öldü, vuran memurdu diye ‘haklıdır’ dedin. Sesini çıkarmadın, yani suçlusun. Çünkü iki gün üzülüp sonra gözündeki nehri kuruttun. Tuğçe ve Büşra’nın katilini serbest bırakan hakimin adını unuttun.” Son yıllarda çok sık karşılaştığımız gibi, yine baş döndürücü bir hareketlilik yaşıyoruz. Geçtiğimiz hafta sonu İmamoğlu’nun Diyarbakır ziyareti. Ardından tartışmalı yargı yılı açılış töreni. AKP içindeki ihraçlı, tehditli atışmalarla süren çalkantı. Benzeri irili ufaklı başlıklarla hafta zaten hızlı başlamıştı. Yeniden sahneye çıkan Erdoğan’ın, nükleer silah arzusundan, göçmen kartını kullanarak Avrupa’ya “beni destekleyin yoksa kapıları açarım” sopasını yeniden sallamasına kadar özel başlıklar sunduğuna tanık olduk. Yerel seçim yenilgisinde önemli pay sahibi olan Süleyman Soylu’yu sık duymaya başladık. Sadece söyledikleriyle değil, ima ettikleriyle de gündem oluşturduğunu izledik. Selahattin Demirtaş için tahliye kararı çıktı ama elbette yine bırakmadılar. Ekrem İmamoğlu, belediyenin gereksiz kiralanan araçlarını Yenikapı meydanında sergilemeye başladı. Sosyal medyaya düşen iki Rap klibini (Susamam ve Olay) milyonlarca insan seyretti. Genç insanların biraz da kapalı görünen dilinden, herkesin anlayacağı açıklıkta kuvvetli bir itiraz sesi yükseldi. Bu ses hayli uzak noktalardan bile duyuldu. Anayasa Mahkemesi kararı sonrasında BAK davalarında ilk beraat çıktı. Adalet Bakanı “ifade özgürlüğü önceliğimiz” dedi. CHP İstanbul İl Başkanı’na açılan intikam davasında, 6 yıl önce attığı mesajlar nedeniyle, 5 ayrı suçtan toplam 9 yıl 8 ay hapis cezası verildi.
Bir taraftan bakınca bambaşka hadiseler, bir başka taraftan bakınca hepsi aynı resmin parçası. Bir yönüyle bıktırıcı bir aynılık hissinin boğucu karanlığı, bir başka yönden sürekli yenilenen bir hareketlilik. Ağır çaresizlik bir yanda, zemini yenileyen çıkışlar diğer yanda. Hepsi de bir arada, yan yana, iç içe. Hem de, çeşitli kulvarlarda, farklı ritimlerde, ayrı duygularda. Yaşananların, yaşananların hissettirdiklerinin, onlardan çıkan sonuçların, tepkilerin garip bir salınımla dalgalanıyor olması -hayli yorucu olsa da- baş döndürücü tekrarın içinde ayakta kalmayı mümkün kılıyor. Salıncaktan düşmemek, trende yürümek veya bir atın-devenin üzerinde durabilmek gibi. Eğer bu salınım olmasa; bu salınımı var eden dinamikler tamamen dursa; tıpkı tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek adam gibi tek gündeme mahkum kalınsa, bunu becermek isteyenler başarılı olsa; kimsenin ayakta kalamayacağı bir alabora yaşanacak. Kayığı sallayanlar da dahil olmak üzere herkes dibi boylayacak. Son yıllarda çok kez bu deneyim tekrarlandı: İktidarın herkesin teslim olduğu tek bir gündemi dayattığı her karartma evresi, çoğu zaman kendiliğinden gelişen gündem çeşitlenmesiyle gelen sürpriz cevaplarla aydınlandı. En güçlü baskı saldırıları, en cesaretli direnişlerle karşılandı. İşte bu yüzden, o tek gündemi bozan gelişmeler (Gezi, İstanbul hezimeti) için organize intikam davaları açıldı.
Siyasi intikam davaları için yargı kontrolünden fazlasına ihtiyaç duyan ve artık gezici yargı ekipleri oluşturan iktidar, uzunca bir süredir medya-sosyal medya kampanyalarıyla hazırladığı bir infazı daha gerçekleştirdi. Söyledikleri kadar, duruşu ve var oluşuyla, kadın oluşuyla, inadıyla -çeşitli “iktidar” çevrelerine- rahatsızlık veren Canan Kaftancıoğlu, aylardır ve duruşma boyunca faal olan trollerin alkışları eşliğinde “cezalandırıldı”. Herkese, ilgilisine, bekleyenine, fütursuzuna, ürkeğine, fırsatçısına mesajlar ulaştırıldı. Zafer kutlaması için tebrikleri kabul eden ittifak ortaklarının, bu zaferin cezası için girilen duruşma salonunda olmaması, sessiz kalmasına tanık olundu. Seçim öncesinde ve kongre sürecinde, bugün iktidar yandaşı medyaya malzeme temin edenler -şimdi bundan imkan üretmeye yeltenecekler- hareketlendi. Mevcut koşullar ve yeniden biçimlenen siyasi iklimde, neredeyse herkes bu davadan bir mahkumiyet kararı çıkmasını bekliyordu. Uyduruk -hemen hepsi yıllar önceki sosyal medya paylaşımları- delillere dayalı olarak ceza istenen her kalem suç, özel olarak seçilmişti ve yine seçmece olan mahkeme heyeti hiçbirini boş geçmedi. Verilen cezalar içinde Erdoğan’a hakaret başlığının özel ilgi görmesinin -en yüksek ikinci mahkumiyet (2 yıl 4 ay)- duruşmadan sonra bu kararın sarayda alındığını söyleyen Kaftancıoğlu’nu haklı çıkarttığı rahatlıkla söylenebilir.
Canan Kaftancıoğlu ile ilgili kararın çıkmaması -düşük ihtimalle farklı bir karar çıkması- durumunda, Yenikapı’daki “israf sergis” etrafında yapılan tartışmalar hakkında yazmayı planlamıştım. Sonra biraz düşününce, çıkan bu kararın da içinde yer aldığı büyük karmaşanın neresinden konuşulmaya başlandığının pek bir önemi olmadığını fark ettim. Canan Kaftancıoğlu mahkeme heyetine, “Ben sizden daha özgürüm. Bana 17 yıl değil 27 yıl verseniz de, vesayet sona erene kadar mücadelem sürecek” diyordu. Karardan sonra da aynı şeyleri tekrar etti ve “Biz mevsimi başladı, susamam” dedi. “Susamam” klibi de, bu kapkara hukuksuzluk ortamı için herkese şöyle sesleniliyordu: “Çünkü çocuk öldü, vuran memurdu diye ‘haklıdır’ dedin. Sesini çıkarmadın, yani suçlusun. Çünkü iki gün üzülüp sonra gözündeki nehri kuruttun. Tuğçe ve Büşra’nın katilini serbest bırakan hakimin adını unuttun.” Olanı biteni hatırlamak, yaptıran kadar yapanı da unutmamakla, baştan da sonradan da asla susmamakla oluyor. Rövanşizm sarmalı ile, hesap sormanın kaçınılmazlığı, son zamanlarda birbirine çok karışıyor, fazla karıştırılıyor. Rövanşist döngüye girmemek adına, sıranın geçmesini sessizce kabullenmek gerekirmiş gibi davranılıyor. Böyle davranılınca da, “bunlar da geçer” sözü, mağdur olanlar için avuntu olmaktan çıkıp, faillerin cezasızlık garantisine dönüşüyor.
Defalarca “milli irade” panayırı olarak kullanılan Yenikapı’daki araç yığını, bir yandan utanmazlığın da susamamasının ibretlik görüntülerine, bir yandan da yanlış anlaşılmış “pozitif siyaset dili” tartışmalarının yenilenmesine neden oldu. “Kutuplaşmayı kışkırtmak”, “muhafazakarları rencide etmek” gibi sözler edildi. Bir kısmı iktidar çevrelerinden, diğerleri muhalefete akıl verenlerden geldi bu yorumların. Belediyeden Clio kullananlar ve kullanmayanlar diye bir kutuplaşmanın toplumsal derinliği ne olabilir? Sevimsiz otomobil yığınından kim niye rencide olur? Bunlar, ortaya atanların da cevap bulamayacakları saçma sorular. Fakat demokrasinin, hukukun, adaletin kazanılacak bir hedef olarak canlı kalabilmesi, kazanma ihtimali kadar, olanlar için hesap sorulacağı inancıyla da sürdürülmek zorunda. Mesela bugün BAK mağdurlarına verilen beraat, yapılanın sorumlularının verecekleri hesapla ancak anlam kazanabilir. Adalet fikri, hele bunun siyasi sorumluluğu, sadece mağduriyetin sonlandırılması ile karşılanamaz. Tazminat, telafi etmek de yetmez. Sorumlusunun hesap vermesi gerekir. “Susamam”da söylendiği gibi, Tuğçe ve Büşra için üzülürken, hakimin adını unutmamak gerek. Yenikapı’daki araç yığınını kullananları ve savunanları da. İntikam davalarının susan ve konuşanlarını, adamına göre hukuk ve demokrasi diyenleri de. Bu yüzden, her durumda hesabını görenlerin de hesap verebileceği inancını canlı tutmak, yenilebilir olduklarını göstermekten çok daha önemli.