6-7 Eylül soykırım girişiminin temeli 1920’li yılların ortalarından itibaren dillendirilmeye başlanan “Tek dil, tek ülkü, tek hars” sloganı ile atıldı. “Milli Türk burjuva” sınıfının yaratmayı hedefleyen İttihat ve Terakki’den alınan bu mirasa günümüze kadar geldi.
Bu süreçte, “Tek dil, tek ülkü, tek hars” söylemi 1920’lerin ortalarından itibaren azınlıkları, Kürtleri “Türkleştirme” projesinin sloganı haline gelmiş ve çok geçmeden bu teorik söylem pratik alanda da uygulanmaya başlamıştı. Bunun ilk işareti 1927’de Türk Ocakları tarafından ortaya atılan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıydı. Bu kampanya “millileştirme, Türkleştirme, Sünnileştirme politikasının” başlangıç noktasıydı.
1930’larda Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan ırkçı ve faşist yayılmacılık Türkiye’yi çoktan etkilemişti. Buna paralel bir şekilde, Türkiye’de yaşayan azınlıklara karşı faşist bir cephe oluşmaya başladı. Öyle ki 1930’dan başlayarak yaklaşık 10 yıllık süreçte, çıkarılan kanunlarla azınlıkların ekonomik alandaki etkinlikleri kırılarak hareket alanları sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde 15 bine yakın Rum nüfus Türkiye’den, Yunanistan’a zorla göç ettirildi.
Ekonomiyi Türkleştirme planı
1950’li yıllara gelindiğinde ise Demokrat Parti (DP) iktidara geldi. Bu dönemde II. Meşrutiyet döneminden itibaren sürdürülen “Türkleştirme” politikalarında bir farklılık gözlemlenmedi. DP, ekonomide bütün liberal söylemlerine rağmen, Lozan Antlaşması çerçevesinde İstanbul ve çevresinde oturan Rum nüfusun, elindeki sermaye gücünü gasp etmeyi planlıyordu.
1955 Kıbrıs meselesinin tam anlamıyla tırmandığı yıldı. Adadaki Rumlar ile Türkler arasında yaşanan çatışmalar toplum içinde büyük infiale yol açmaktaydı. Kıbrıs’taki gelişmelerle paralel olarak Türkiye’de yaşayan Rumlar da hedef alınmaya başlandı.
Basın üzerinden saldırılar, provokasyon girişimleri giderek artıyordu. Birçok Rum, daha 6-7 Eylül olaylarından önce tedirginliklerinden dolayı dükkanlarını çok erken saatlerde kapatmakta, hatta bazıları hiç açmamaktaydı. Bu konu basına da yansımış, Hürriyet’in 30 Ağustos tarihli baskısında “Rum vatandaşların yersiz ve boş telaşları”, “Hadise çıkacağını zannedenler dün dükkanlarını kapadılar” şeklinde bir haber yapılmıştı.
27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında yargılanan Adnan Menderes “Efkarı umumiye bu olaya hazırdı. Mürettibini aramak gerekmez” diyerek saldırıda hiçbir sorumluluğunun olmadığını anlatmaya çalışmıştı.
73 kilise yakıldı
6 Eylül günü Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba koyulduğu haberi gazetelerin ve radyonun duyurularıyla birlikte Türkiye’de adeta bir bomba etkisi yarattı. İstanbul ve İzmir’de zaten günlerden beri hazır halde bekleyen faşist kitle, Rumlara saldırılarına başladılar. İzmir’de gelişen saldırılarda birçok ev, dükkan, bazı kiliseler, Yunan Konsolosluğu, İngiliz kültür evi yakılmış ve tahribata uğratılmıştır. Ancak daha büyük olayların olduğu yer ise İstanbul’du, çünkü Rum nüfusun en yoğun yaşadığı yer burasıydı. 6 Eylül günü başlayan saldırı kısa zamanda yağma, tahrip ve soykırıma dönüştü. 2 günlük süre zarfında İstanbul tam bir savaş alanına döndü.
Aslında bu bir soykırım girişimiydi; devlet destekli saldırıda bin 4 ev, 4 bin 348 dükkan, 27 eczane ve laboratuvar, 21 fabrika, 110 lokanta ve kafe, 73 kilise, 26 okul, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar esnasında en az 200 Rum kadına da tecavüz edildi. Aralarında diri diri yakılan Rahip Hrisontas Mantas’un da olduğu 37 kişi katledildi.
Yirmibeşoğlu’nun katliam itirafı
6-7 Eylül saldırısı sonrasında binlerce Rum ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle Türk ulusu inşa etme projesi içerisinde azınlıklar, Türklüğe bir tehdit unsuru olarak görülüyordu. 6-7 Eylül, azınlıkların tasfiyesi ve ekonomilerinin gasp edilmesidir.
Nitekim yıllar sonra 23 Eylül 2010’da, daha sonra Özel Harp Dairesi başkanı olan Sabri Yirmibeşoğlu bir televizyona verdiği röportajda 6-7 Eylül’ün bir kontrgerilla planı olduğunu şöyle itiraf ediyordu: “6-7 Eylül de özel harp işiydi. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
Politika