Tam altı hükümetli Belçika’da son yasama ve bölge seçimlerinin sonuçları alınalı 100 gün geçti… Brüksel Bölgesi ve Almanca Konuşanlar Topluğu hükümetleri nisbeten kolay kurulduysa da, diğer dört hükümet için pazarlıklar hâlâ sürüp gidiyor.
Valon bölgesinde ve Brüksel-Valon federasyonunda radikal solu dışlayan birer orta sol hükümetin, Flaman bölgesinde ise solu tüm kanatlarıyla dışlayan bir sağcı hükümetin kurulması kuvvetle muhtemel…
Ancak bu beş hükümetin dışında Belçika’nın tamamını yönetecek federal hükümetin kurulabilmesi için nerdeyse mucize bekleniyor. Federal Meclis’ten güvenoyu alabilecek bir koalisyon oluşturulması ancak Valon bölgesinin en güçlü partisi Sosyalist Parti ile Flaman bölgesinin en güçlü partisi milliyetçi N-VA’nın anlaşabilmesine bağlı. Sosyalist Parti tüm seçim kampanyası boyunca N-VA ile asla koalisyon yapmayacağını bas bas bağırdığı için pazarlıkların daha aylarca sürmesi hiç şaşırtıcı olmayacak. Belçikalılar da bu durumlara talimli… Federal hükümet pazarlıkları 1987-88’de 148 gün, 2004-08’de 284 gün, 2010-11’de ise rekor kırarak tam 541 gün sürmüştü.
Kriz nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu krizden Valon bölgesinde ana muhalefet olan radikal sol Belçika İşçi Partisi (PTB)’nin, Flaman bölgesinde ise aşırı sağcı Flaman Çıkarı (VB)’nin daha güçlenerek çıkmaları, hele anlaşmaya varılamaz da federal meclis için erken seçime gitmek zorunda kalınırsa yeni yasama döneminde en azından bölgeler düzeyinde iktidar ortağı olmaları kaçınılmaz görünüyor.
Belçika’da ideolojik kutuplaşma daha keskin hatlarıyla belirirken geçmişte yaşanmış krizler de ister istemez gündeme geliyor. Şu satırları yazdığım sırada, 2. Dünya Savaşı sonunda ülkenin müttefik kuvvetler tarafından Nazi işgalinden kurtarılışının 75. yıldönümü kutlanmakta… Ne denli unutturulmaya çalışılırsa çalışılsın, ülkenin tarihine altın harflerle yazılmış sayfalardan biri de, hiç kuşku yok ki, işgal altındayken Belçika komünistlerinin Nazi’lere karşı verdikleri kahramanca direniş mücadelesi…
İşgal sona erip de Belçika’da yeniden hükümet kurulduğunda Belçika Komünist Partisi (PCB) de haklı olarak koalisyon hükümetinde yer almış, önemli bakanlıkları üstlenmişti. Ta ki ABD emperyalizmi tüm Avrupa’yı ideolojik, politik, ekonomikve askeri açıdan kontrol altına alıp komünizme karşı mücadeleye her bakımdan ortak edinceye kadar.
Belçika’da da komünistler sadece iktidar ortaklığından dışlanmakla kalmayacak, aynı zamanda devlet terörünün tek hedefi haline getirileceklerdi. Fiziksel terörün ilk kurbanı da Belçika Komünist Partisi’nin lideri Julien Lahaut olacaktı.
Lahaut direniş sırasında Naziler tarafından tutuklanmış, yoğun işkence görmüş ve Mauthausen toplama kampında kalmıştı. Savaştan sonra Belçika'ya dönünce de hemen partinin başına geçmişti.
Komünistlerin vatanperverliğine karşılık, Belçika Kralı Léopold III, savaş yıllarında Nazilerle açıkça işbirliği yapmış, savaş sonuna kadar başka bir ülkede onların himayesinde yaşamıştı. Bu nedenledir ki savaş yıllarında çok açı çekmiş olan halkın nefretini kazanmıştı. Savaştan sonra sağcılar işbirlikçi kralı ülkeye geri getirerek yeniden tahta oturtmaya kalkışınca kıyamet kopmuş, protesto gösterilerinin önlenememesi karşısında Kral tahttan feragat ettirilerek yerine vekaleten oğlu Prens Baudouin oturtulunca Meclis’teki culus töreninde Julien Lahaut olayı protesto ederek "Vive la République!" (Yaşasın Cumhuriyet!) diye bağırmıştı.
Bu olaydan bir hafta sonra, 18 Ağustos 1950 akşamı Julien Lahaut Seraing’deki evinin kapısını dayanan iki tetikçi tarafından katledilmişti. Lahaut’nun katli özellikle Belçika emekçilerinin büyük tepkisine yolaçmış, cenazesi 300 bin kişinin katıldığı bir törenle toprağa verilmişti.
Lahaut’nun katli ana akım medyada uzun süre kraliyetçilerin tepkisel bir eylemi olarak değerlendirilmişse de, son yıllarda yapılan araştırmalar cinayetin La Société Générale, L’Union Minière ve Brufina gibi büyük sermaye gruplarının desteğine sahip antikomünist bir çete tarafından işlendiğini ortaya koymuş bulunuyor. (CEGES, Qui a tué Julien Lahaut? 2018 Bruxelles)
Belçika’da sosyal uyanışın yeniden güçlendiği günümüzde Julien Lahaut’nun anısı gerçek solculara ışık tutuyor… Ölümünün 69. Yıldönümü olan 18 Ağustos günü Belçika Komünist Partisi’nin Liège Federasyonu Lahaut’nun Seraing’teki mezarı başında bir anma töreni düzenledi. Diğer sol parti ve gruplarda, sendikalarda da Lahaut saygıyla anıldı, sol medyada üzerine yazılar yazıldı.
Yaşadığım ülkenin sosyal mücadeleler tarihinde yaşananları öğrenmeyi, dile getirilmesine katkıda bulunmayı ne denli görev biliyorsam, Türkiye’nin uzun yıllar içinde aktif olarak yer aldığım sosyal mücadeleler tarihinde yaşanan acıları günümüz kuşaklarına yansıtmayı daha da önemli bir görev biliyorum.
Evet, içinde bulunduğumuz Eylül ayında, bundan 29 ve 27 yıl önce, Türkiye iki değerli evladını aydınlık düşmanlarının kurşunlarına kurban verdi: İslamiyetin hasıraltı edilmiş gerçeklerini büyük bir yüreklilikle ortaya koyan, bu nedenle 4 Eylül 1990’da katledilen değerli araştırmacı Turan Dursun ve Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinin her daim ön saflarında yer almış bulunan, bu nedenle 20 Eylül 1992’de katledilen değerli Kürt aydını Musa Anter…
Bu iki ismi bir arada anıyor olmamın bir nedeni de, Turan Dursun’un cenaze töreninin 7 Eylül 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir fotoğrafı… Tabutun başında yumruklarını havaya kaldırarak Turan Dursun’u selamlayanların başında, iki yıl sonra katledilecek olan Musa Anter yer alıyor.
Bu fotoğrafa dikkati ilk kez geçen yıl Hakkı Özdal “Eylül fotoğrafı:Turan Dursun, Musa Anter ve bugünler” başlıklı yazısıyla çekmişti. Şöyle diyordu:
“Foto muhabiri Uğur Saner’in 6 Eylül günü Ankara’da çektiği kare; 4 Eylül’de İstanbul’daki evinin önünde silahlı saldırıyla öldürülen yazar Turan Dursun’u Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa vermeden önce yapılan son töreni gösteriyor. Çok üzgün, çok kaygılı, belki biraz karamsar, ama cesaretini kaybetmemiş bakışlar birleştiriyor fotoğraftakileri. Yere, uzaklara, hatta boşluğa çevrilmiş gibi duran gözlerin arkasındaki endişeli düşünceler okunabiliyor. Ortada bir ‘seri cinayet’ vakası olduğunu ve ‘tetikçilerin’ değil ama ‘katilin’ kolay kolay yakalanamayacağını bilen/sezen bir kaygı hakim, belli ki hepsine. Aynı yıl 30 Ocak’ta Muammer Aksoy, 7 Mart’ta Çetin Emeç benzer şekilde öldürülmüş; bir ay sonra Bahriye Üçok hedefte olacak… Endişeler haklı çıkacak.” (gazeteduvar.com., 8 Eylül 2018)
Kitaplarını sürgündeyken büyük ilgiyle okuyarak İslamiyet üzerine çok şey öğrendiğim Turan Dursun’la Türkiye’de tanışmak olanağım olmadı.
Hakkında okuduğum en öğretici yazılardan biri, adına açılmış bulunan turandursun.com sitesinde 25. Ölüm yıldönümü dolayısıyla yayınlanmıştı:
“Turan Dursun, 56 yıllık yaşamının her safhasında büyük bir özveri ile çalışmıştı. Daha çocuk yaşta pek çok din hocasından, şeyhten din konusunda eğitim almıştı. 7.- 8. yüzyıl Arapçası ile 11.- 12. yüzyıl Arapçasını, “Sarf” ve “Nahv” denilen Arapça gramer bilgisini öğrenmişti. Tüm bunlar babasının ‘Basra'da ve Kufe'de bile görülmeyecek bir alim’ yaratma isteği doğrultusunda gerçekleşiyordu. Babasının bu isteği gerçekleşmişti de. Yaşadığı dönemde, yazdıkları ile tepki çekiyor, yazdıklarına itiraz edenler oluyordu. Ancak, ‘Yazıp söylediklerimi ulema geçinen herkesle tartışmaya hazırım!’ demesine karşın kimse karşısına çıkma cesaretini gösteremiyordu. Bunun yerine kendi köşelerinden yazdıklarına ve kendisine saldırmakla yetiniyorlardı. Turan Dursun’dan bu kadar çekinmelerinin nedeni sorular sorması ve bu sorulara cevabı da kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde yine kendisinin vermesiydi.
“Peki yazılarında sorular sormasının ve eleştiriler getirmesinin nedeni neydi? Bugün kendi uydurdukları mitler ile din adı altında insanları kandıran, dini duygularını sömürerek kendilerine çıkar sağlamayı amaçlayan sözde din alimlerinin yolundan gitmeyişi, bunun yerine gerçekleri en yalın hali ile ortaya koymak için çaba sarf etmesi sırf doğruyu ben bilirim türü bir ego ile açıklanabilir mi? Turan Dursun’un yaşamını ve hayat felsefesini bilen bir kişi için elbette açıklanamaz. Onun tüm çabaları aydınlanma içindi; çocukluğunu dinsel düşüncenin en yoğun olduğu yerlerde geçirmiş ve hayatı bu yönde şekillendirilmiş olan bir insan olarak kendi ışığını bulmuş, kişisel aydınlanmasını yaşamış ve sonraki hedefini toplumun geri kalanını aydınlığa ulaştırmak olarak belirlemiştir. Bugün internet ortamının bizlere sağlamış olduğu anonimlikten uzak bir şekilde, tepkileri, sövgüleri ve tehditleri bizzat göğüslemiş, buna rağmen çıkmış olduğu bu yolda geri adım atmayı bir kez olsun düşünmemiştir. Çünkü haklılığının farkında ve aydın sorumluluğunun bilincinde olmuştur.“
Turan Dursun’u şahsen tanıyamadım ama aramızda oldukça büyük yaş farkı bulunmasına rağmen Musa Anter’i şahsen tanımak şansım oldu.
1963 yılında yeni örgütlenen Türkiye İşçi Partisi’nin genel merkezinde sorumluluk üstlenmek üzere İstanbul’a gelince tanıştığım ve dost olduğun seçkin Kürt aydınlarındandı Musa Anter… Karşılaşmalarımızda sosyalist örgütlenmesinin Kürt sorununa nasıl yaklaşması gerektiği ana görüşmde konularımızdandı.
Hiç unutmam… 21 Mayıs 1963 darbe girişiminden sonra sıkıyönetimin terör uygulamasının ilk hedeflerinden biri, cumhuriyetin her döneminde olduğu gibi, yine Kürt aydınlarıydı.
Çalıştığım Gece Postası gazetesinde sıkıyönetimin izni olmaksızın bir toplantı ilanı yayınladığımız için bir sabah vakti mevcutlu olarak önce Sansaryan Hanı’na, oradan 1. Ordu Komutanlığı’na götürülmüş, ardından da Balmumcu’daki sıkıyönetim askeri mahkemesine sevkedilmiştim.
Balmumcu’da asker nezaretinde sorgu sıramı bekliyordum. Arada bir başka askerler de mahkeme salonunun bulunduğu kata çıkıyor, bana nezaret eden askerlerle aralarında kürtçe konuşuyorlardı. Ne konuştuklarını anlamıyordum, ama konuşmada geçen bazı isimler kulağıma takılıyordu: Musa Anter, Medet Serhat, Edip Karahan, Sait Elçi, Yaşar Kaya, Doğan Kılıç, Enver Aytekin… Hepsi Bâbîâli yokuşunda sık sık rastlaşıp söyleştigimiz dostlardı…
İsimlerin her tekrarlanışında askerlerin gözleri parıldıyor, yüzlerinde belirgin bir hayranlık ve mutluluk ifadesi okunuyordu. Belli ki sözünü ettikleri kişiler, Kürt ulusunun varlıklarından ve mücadelelerinden gurur duyduğu çocuklarıydı.
Musa Anter daha genç bir öğrenciyken Dersim operasyonunda gözaltına alınmış, Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte İleri Yurt gazetesini çıkartmış, yayınladığı Qimil / Kımıl adlı şiir nedeniyle 1959 yılında 49'lar davasında idamla yargılanmıştı.
27 Mayıs Darbesi'nde aftan yararlanarak serbest kalan Anter, cezaevinden çıktıktan sonra Deng, Barış Dünyası ve Yön dergilerinde yazmış, ancak yukarıda da belirttiğim gibi, 1963'te 23'ler davası ile tekrar cezaevine girmişti.
12 Eylül Darbesi'nden sonra da Kürtçülük propagandası yapmaktan tutuklanan Anter yaşamı boyunca toplam 11,5 yıl hapis yatmıştı.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü'nün kurucularındandı.
Böylesi mücadeleci bir Kürd aydını olan Musa Anter de, tıpkı Belçika’da “Yaşasın Cumhuriyet” diye haykırdığı için 1950’de katledilen komünist lider Juilen Lahaut gibi, İslamiyet gerçeğini hurafeler dışında açıkladığı için 1990’da katledilen Turan Dursun gibi, 20 Eylül 1992'de Diyarbakır'ın Seyrantepe mahallesinde uğradığı silahlı saldırıda sol bacağına iki, kalbi ve kafasına birer kurşun sıkılarak öldürülecekti.
Apê Musa’yı Qimil / Kımıl şiirinden dolayı yagılanırken yargıca söylediği şu destansı sözlerle anıyorum:
“Sayın hâkim, Kürt olmayı ben seçmedim, gücünüz yetiyorsa beni Kürt olarak yaratanı yargılayın!”
artigercek