Biri 8 diğeri 4 yaşında iki kardeş, iki çocuk hayatını kaybetti. “Yaşamını yitirdi” diyoruz, bildiğimiz dünya “Bu felaketin dili budur” diyor bize…
Bu mudur gerçekten?
Mayına basan insanlar yaşamlarını yitirirler, çocuk bile olsalar… Henüz yaşamlarını iki elleri arasında sıkıca kavrayamayan elini kolunu sallayıp zıplayıp oynayarak gezen çocuklar bile yaşamlarını yitirirler… Kendiliğinden olmuş gibi… sıtmaya yakalanmışlar gibi… ölürler… Değil oysa…
Dersim’de değilim, Antalya’dayım. Hemen buralardaki çocukların mayınlara basıp ölme ihtimallerini düşünüyorum, hiç böyle bir haber okumadığımı biliyorum. Böyle bir yaralanabilirlik yok çünkü İstanbul’da veya Antalya’da. Bu yaralanabilirlik, kırılganlık, ölüme açık olmak benim geldiğim topraklara has. Burada da olsun demiyor zaten bu eşitsizliğe isyan eden benim gibi insanlar, Beyoğlu’nda da çocuklar böyle bir tehlikeye açık olsunlar demiyor benim bu yazıdaki isyanımı paylaşan insanlar ama nasıl ve ne zaman son bulacak bu eşitsiz yaralanabilirlik/kırılganlık diyoruz?
Neden aynı tehlikelere açık değiliz? Neden aynı güvenlik önlemlerine maruz kalmıyoruz? Kimimizin etrafı denizler ve ormanlarla kaplıyken, kimimizin bir tabur askerle… Hangi nedenle bu ölümleri meşrulaştırmak istiyorsunuz? İstanbul’da veya yüzlerce kilometre uzaktaki güvenli huzurlu evlerinizde hayatınızın hiçbir döneminde gidip bir süre yaşamadığınız benim ana topraklarımdaki çocukların ölümlerini normalmiş gibi karşılayabilme cüretiniz olmamalı, görmezden gelebilme kudretiniz de olmamalı; “terör” deyip failliğinizi ört bas edebileceğinizi nasıl düşünürsünüz?
Niyeyse buzulların erimesinden, kutup ayılarının açlığından, yeterince tiyatro sahnesi olmadığından, sanata yapılan haksızlıktan 24 saat dem vuran kendisini aydın-sanatçı sıfatlarıyla pazarlayanlar ülkesindeki Kürt vatandaşların maruz kaldığı eşitsiz, haksız zorba muamelelerden hiç şikayetçi olmuyorlar. Mehmetçikli bir bildirileri var arada bir masa altından çıkarıp silinen imzalarını tazeledikleri… Yeniden düşünme yetileri yok, seksenlerde doksanlarda düşündüklerinden farklı bir fikir ortaya atamadılar henüz. Biz ise her gün birlikte yaşamanın formüllerini çiziyoruz, konuşuyoruz…
Sanatçı kisvesi altında olmayan “sıradan” arkadaşlarsa sanki sadece onlara özel sonsuzca sessiz kalma kredileri varmış gibi görmeme edimlerini gerçekleştiriyorlar. Evet, görmemek de bir edim, bir eylem, bir etki, bir hareket, bir dışlama ve bir şiddet en sonunda. Gerçekten haksızlığa karşı laf edenlerin kürkleri beyaz değil çünkü, başlarına gelmedik üzerlerine sıçramadık çamur kalmıyor. Görmek sonuçlarıyla geliyor.
Üzgünüm… Üzüntüm hınca dönüşüyor… Bu hınç benimle birlikte bu çocukların ölümünün tüm bölgenin askeri abluka/işgal altında olmasından kaynaklı bir katliam olduğunu düşünmeyen insanlara karşı olduğu kadar, orada yaşamadığım ve bu yaralanabilirliğe/ kırılganlığa/ ölebilirliğe kendim de eşit bir şekilde ortak olmadığım için kendime de yöneliyor.
Dersim’de… şehre girerken kırk yerde aranırsınız, arama noktaları vardır, yenisi de eklenebilir, bilemezsiniz ölçemezsiniz buradaki hukuku, yerlisi de olsanız yabancısı da olsanız aranırsınız, herkesin kimliği alınır, herkes herkesin kimliğini bekler… On yıllarca her gün böyle bir kontrole maruz kalmanın ne demek olduğunu bilemeyeceğiz… Tepelerde kalekollar (karakol değil) vardır 7/24 gözetlerler, bazı yollarda gece yürürken telefonunuzun ışığı yoksa bu kulelerden açılan ateşle vurulabilirsiniz… Gece ve gündüz herone ve dronelar avluların üzerinden uçar, köylüler onlara vızvız diyor, sadece evlerin içini göremez bu vızvızlar, ama tugay komutanı isterse yasal bir kağıda izne gerek duymadan girip arayabilir herhangi bir evi.
Sürekli izlendiğiniz silahlarla çevrili olduğunuz bir yaşam sivil olamaz, siz de sivil olamazsınız, düşünceniz de… Bir yerden sonra kucaklayıcı ve barış dolu da olamazsınız…
Beraber yaşayacaksak devletin ordusunun dörtte üçünün neden Kürt illerinde ikamet ettiğini, bunun şimdiye kadar ne faydası olduğunu Kürt olmayan arkadaşların da bir sorması gerekiyor artık. Yaşamı ve dezavantajlı kimlikleri önceleyen/savunan sivil toplum örgütlerinin bu konuda ortak ve net bir çağrıları olmalı. Mayınlarla ilgili Ottowa Sözleşmesi’nin yaptırımları gündemleştirilerek, bu yönde meclise baskı yapılabilir.
(Gazete Karınca)