Dersim’de kayıp Engin! Fotoğraflarında, görüntülerinde doğayla ne kadar samimi bir bağ kurduğunu görmek zor değil. Hayvanlarla kurduğu bağ, keçinin doğum yapmasına yardım ederken ki görüntüleri, o topraklarla ne kadar bütünleştiğinin resmiydi. Günlerdir yapılan aramalardan sonra bedeni Munzur’da bulundu. Bu ne tekil bir acıdır ne de tekil bir sorun. Aksine toplumsaldır. Engin’in ardında cevaplanmayan sorular var. Henüz netleşmedi belki kaza. Ama kaza da olsa bir o kadar da politiktir. Tüm sorunlarımızın başladığı ve çözüleceği yer de toplumsallığımızın aldığı yaralardır. Tabii Engin’den öncesi de vardı:
Bir süre önce o toprakların nadide çiçekleri kökünden koparılarak çalındı. Dağın çiçekleri, koparılıp bahçelere hapsedildi. Daha önce ise fotoğraflarında bile o toprakların kültürünü taşıyan biri olduğunu anlayabildiğimiz Sakine kadın işkence edilerek öldürüldü. Ondan önce de Gülsüm ve oğlu Cafer bıçaklanarak öldürüldü. Geçen yıl da yaşlı Ali amca askerin zırhlı aracıyla öldürüldü. Birkaç yıl önce de zihinsel engelli genç kadına tecavüz edildi. Yıllar önce de kutsal ziyaretleri, toprakları barajlar altında bırakıldı. Hala toprakların birçok yeri baraj, maden ve taş ocağı tehdidiyle yüz yüze. Kutsal bezuvarlar, keklikler, nadide vaşaklar av için öldürülüp oraya buraya atıldı. Onları kanlar içinde yatarken gördük. Vadileri, kayaları biraz daha fazla para kazanmak için -yurduna hizmet etmek isteyen müteahhitler tarafından- parçalanarak yok edildi.
Yazları gezmeye gidilir ölesiye sevilen Dersim’e, Munzur kıyısında kasa kasa biralar, rakılar tüketildi, çöpler her tarafa saçıldı. Ormanları yakıldı, olmadı kesilir. Nehirlerinin kenarlarına bulduğu her alana restoran, kafe yapılarak tüm doğa kirletildi. Şimdi de o toprakların kutsalı Munzur gözelerine bu yapılmak isteniyor. Doğada gezerek, yiyip içerek, fotoğraflarını çekerek, çiçeklerini koklayarak yararlanan ama onu korumak için hiçbir şey yapmayanlar… Bu liste uzayıp gider, hepsini yazmak, yetişmek zor. Yerel seçimlerde kentte ve dışında yaşanan tartışmaları ve sonucu da buna eklemek gerek. Sonuçta faşist rejimin karşısında bir bütünlük sağlanamadı. Bu konuya girmeyeceğim şimdilik.
Önce kimliğine, inancına, diline sahip çık!
Sonuçta tüm bunların ve fazlasının hepsi birbiriyle bağlantılı gelişen olaylar. Tüm bunlar, itikatından, özünden –bilinçli, bilinçsiz- uzaklaşan, parçalanan toplumun yarattığı sonuçlar… Çünkü bunları yapan salt sömürgeci devlet değildir, artık o toprakların insanları da bu sömürgeciliğin yürütülmesinin bir parçası haline gelmiştir. Kimi direkt uygulayarak, kimi yardımcı olarak, kimi susarak, kimi görmezden gelerek, kimi boş vererek vb. Zira devletin istediği tam da buydu. Ha, tüm bunlar Kürtlerin yaşadığı diğer şehirlerde de yaşanmıyor mu, elbette yaşanıyor. Ama konumuz şimdi Dersim.
Biliyorum, bunları yazdığım için kimileri kızacak, hakaret edecek belki. Üstelik bunlar bilinmeyen şeyler de olmamasına rağmen. Sonuçta o topraklar için mücadele etmiş bir insan olarak bunları söylemeyi de bir borç bilirim. Bunun için çok büyük teorilere gerek yok, sadece pratik örneklerden yola çıkarak anlatacağım.
Öncelikle Dersimliler, o toprakları basit ajitasyon malzemesi yapmaktan vazgeçmeli. Sevmekse, bağlılıksa, bunun gerekleri bellidir; kimliğine, inancına, diline sahip çıkacaksın, kirletmeyeceksin, yıkmayacaksın, yıkanlardan hesap soracaksın, mücadele edeceksin.
‘Dersim bir sevdadır, Burası Dersim Alp dağları değil, Burası Dersim Antalya değil, Bir sevdadır Dersimli olmak, Cennet topraklar Dersim, Munzur suyu serindir sevdası derindir, Ölürüm sana Dersim, Dersim aşktır…’
Web sayfalarına, sosyal medya hesaplarına bakın, Türkiye ve Kürdistan’da hangi şehir için bu kadar sayfa açılır, bu kadar grup kurulur, bu kadar övgüler yağdırılır, bu kadar itici derecede sevme ajitasyonu yapılır. Belki vardır bilmiyorum ama bu Dersim için bir hayli fazla. Var mıdır bir sevginin bu denli öldürücü, yıkıcı ve yağmalayıcı olduğu… Bundan da ötesi sömürge insanının psikolojisini çok iyi ele veren kelimelerin en fazla da Dersimliler tarafından dile getirilişi, ısrarla kendini Türkiye, Avrupa ülkeleri ile kıyaslama psikolojisi, o toprakların nasıl bir işgal altında olduğunu anlatmaya yeter. Bu denli özünden, hakikatinden kopmuş bir durum.
Peki Dersim yurdunun özü nedir?
İşgal edilen bir ülkenin en son ele geçirilen coğrafyası! Kürtlerin yurdu! Bu bilgiler, o kadar da uzak bir zamana ait değil. Yüz yılı bile dolmadı, işgal edilmişliğinin. Ağıtlarımızda, masallarımızda, hikayelerimizde bile vardır Dersim’in özünün, hakikatinin ne oldu ve nasıl işgal edildiği…
Dersim, ulus devlet ile gelen işgalin başlangıcından bu yana belleği en fazla yağmalanan yerdir.
Peki Dersim yurdunun özü nedir? Tarihi gerçekler ne anlatır? Dersim’in neye ihtiyacı var?
Dersim o denli parçalanmıştır ki; ‘sol gruplar-Kürtçüler, Avrupa’da yaşayanlar-içinde yaşayanlar, Aleviciler, Zazacılar, Kemalistler, paracılar-yiyiciler, vurdumduymazcılar, bananeciler, küsmüşler, hep şikayet edenler, ajitasyoncular…’ Bu parçalılık arasında hakikat muğlaklaştırılmıştır, kötü niyetli herkesin istediğini söyleyebildiği hatta yapabildiği puslu bir hava bilinçli yaratılmıştır.
Kimi Aleviliğinden tutup ayrıştırır, kimi Kirmanc kimliğinden tutup ayrıştırır. Sırf Kürdüm dememek ve bunun gerektirdiği zorluklara katlanmamak için ondan olabildiğince kaçanlar… Kimi zorlayarak da olsa soyunda bulduğunu söylediği Ermeniliğini hatırlar ve bunu bir kaçış yolu olarak kullanır. (Ermeni halkına saygıyla, sadece kaçış yolu olarak bunu kullananlaradır bu sözüm. Söz konusu kişiler keşke Ermeni halkının haklarını, değerlerini savunsalar.)
Bir de tüm bunlara son yıllarda İran’ın Şialaştırma çalışma ve çabalarını da eklemek gerek. Tabii kendi özünü yitireni herkes kendi tarafına çekmeye çalışır, puslu ve muğlak ortamı etki alanını genişletmek isteyen her güç değerlendirmek ister.
Tarih boyunca Alevi, Kürt kimliğiyle hep saldırıya maruz bırakıldığı halde ‘Yok Kürt değildir, Alevidir, Zazadır’ diyenlerin darbelediği kimliğiyle Dersim!
Türkiyeli sol gruplardan da olunabilir, bunu yadsımak adına değil ama sol gruplardan da olunsa hiç kimse kendi özünü, hakikatini inkar etme lüksüne sahip olmamalı. Her şeyden önce o kimliğin, hakikatin üstündeki perdeyi yırtmak için mücadele etmeli, devrimciliğin gerekliliği de budur. Yoksa ondan öcü gibi kaçarak yapılamaz devrimcilik.
Başka hakikat yoktur!
Hakikat çoklu da olabilir ama bir özde buluşur. Hakikat Dersim’in gerçek kimliğidir. Asıl sorun, bu hakikatten kaçmanın yol açtığı derin sorunların bir türlü görülmemesidir.
Oysa Dersim’de tek gerçek vardır: Dersim Kürt-Alevi olduğu için, kuzeyden güneye, batıdan doğuya Kürdistan coğrafyası gibi binlerce yıl baş eğmeden kimliğiyle özgürce yaşamak istediği için, dilini-kültürünü korumak istediği için işgal edildi. O topraklarda kimliğimizi, dilimizi, kültürümüzü, inancımızı, klamlarımızı, topraklarımızın bize verdiği yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi sömürmek, parçalamak, yağmalamak isteyen sömürgeci devlet vardır, bir de buna karşı hakikatin mücadelesi! Başka hakikat yoktur. Bunun dışındaki başka çabalar, bu hakikatten kaçmanın yollarıdır, kandırmacadır. Bari kaçmak isteyenler, mücadele etmek isteyenlerin yolundan çekilsin, sussun, taş koymasın, gölge etmesin.
Peki Dersimliler ne zaman kendine soracak: Ben neredeyim, ben artık hangi değere bağlıyım. En önemlisi de neyim ben?
Suyu, dağı taşı talan edilen bir yerde insan kurtulur mu? Hani Nazi dönemleri için söylenir ya, kitapların yakıldığı yerde insanlar da yakılır. Bu gerçeğin farkına ne zaman varacağız.
Artık coğrafyaya neresinden biraz para kazanırım şeklinde bakılıyor. Hani Dersimli toprağını severdi, inancı kimseyi incitmesine el vermezdi.
Peki hangi Dersimli ömrünü o topraklara vermiş gerillalar için “Devlet yarısını öldürdü, geri kalanını da yok eder, yakında biterler” diyebilir. Rêya Heq inancını benimsemiş hangi vicdanlı insan bunu söyleyebililir. Ama bunu söyleyen vicdansızlar oldu. Gerillalar orada bitse kına mı yakacaksın, özgür mü olacaksın, ne elde edeceksin, sana ne verilecek, kazancın ne olacak bundan.
Her şeyin kaynağı o yaradır!
Dersim ile adeta tüm ruhuyla bütünleşen, herkesin tanıdığı gerilla Atakan Mahir, o topraklara hitap ederken, “Dersim Ana” derdi. Ve yine derdi ki; “Dersim Ana’nın yaraları da var, kapamalı, iyileşmeli.”
Sömürgeciliğin Dersim insanında açtığı derin bir yara vardır. Dersim insanı tarafından bir türlü görülmeyen, bazen görülmek istenmeyen, kaçılan, bu yüzden de bir türlü iyileştirilemeyen bir yaradır. Katliam, sürgün, kaybettirme, bellek yitimi, inanç zayıflığı, kültürün çalınarak dejenere edilmesi ile oluşan bir yara.
Bir yaranın iyileştirilmesi için onun görülmesi, bilinmesi, tedavi edilmesi gerekiyor. Önce onu tanımlarsın, teşhis edersin, sonra nasıl iyileştireceğini anlayıp bunun araçlarını, dermanını bulursun. Dersim insanı, bir türlü bu yaraya parmak basmaktan korkuyor. Çünkü özünden korkuyor, özüyle yüzleşmekten korkuyor. Bu yüzden kimi Aleviliğine sığınıyor, kimi Zazalığına sığınıyor, kimi solculuğuna sığınıyor. Ama bu sığınmalar da gerçek özünü bulamıyor hiçbir zaman. Yara yaradır, görmezden gelsen de seni incitmeye devam eder.
Bu yüzden biçimsizliği, en büyük cehaleti yaşamasına rağmen kendini ‘aydın’ görür, kahveleri dolduracak kadar tembel, bu yarayı görmezden gelmek için yalana varacak kadar abartılı konuşur, kendine abartılı yaklaşır, sömürgecinin kişiliğine nesiller boyu zorla kazıdığı kimi özellikleriyle övünür, kimi zaman histeriktir, gerçek bir sorgulamadan kaçmak için yüzeysel düşüncelere sarılır. (Düşünür Frantz Fanon’a selam olsun)
Bazen duyguların cenderesinde kendini yitirir, her şeye sadece ağlar, bazen de öfkesi ile en sevdiklerini dahi kırıp geçer.
Kürt kimliğinden kaçmak için ulusundan olan bireyleri aşağılar; ‘Qure Diyarbekir’, ‘Bir slogan at Kürtleri örgütlersin, burası bir sloganla örgütleyeceğin yer değil’ sözleri oradan çıkmıştır.
Sömürgeciliğin özünü dejenere ederek kazandırdığı özellikleri sürekli bir meziyet olarak tekrarlar; Dersimli aydındır, Türkiye’de en çok okuyan Dersimlilerdir vb… Dilşa Deniz’in “Yol/Rê: Dersim İnanç Sembolizmi” kitabında yazdığı gibi “Dersim’i (inançsal-dil-kültür) asimilasyona uğratmak için ‘küçük memurluklar’a yönlendirdiler.”
Sömürgeci devletin, kafalara kazıdığı bir başka gerçek de yerli halkın kendi dilini, kültürünü küçümser hale getirilmesidir. Şimdilerde çoğu Dersimli kendi anadilini konuşmadığı, çocuklarına öğretmediği gibi Kirmanckî konuşan çocuklara, uzaydan gelmiş gibi muamele edilmesinin altında da bu yatar.
Zazalığı kendine referans alan, (tarihi ve arkeolojik gerçekleri değil de sömürgeciliğin atası Avrupalıların yaptığı araştırmaları özellikle) kimi kesimler de, kendi kimliğinden adeta nefret eder. Ona ‘Kürt’ dersen, kırmızıyı gören boğa gibi saldırır. Dersim değerlerini sömürdüğünü, politikaya alet ettiğini söyler. Ki diyelim Zazasın, ayrı bir halksın, ee bu sömürgecilik seni de yıkıp geçmedi mi? Dilimizi, hakikatimizi, belleğimizi yağmalayan bu sömürgeci sistemi parçalamak için ne yaptın? Coğrafyamıza, insanımıza bunca saldırı varken ne yapmayı planlıyorsun daha?
Peki Dersim için ne yapacaksın?
Özellikle son yıllarda sayıları artan, içeride ya da dışarıda yaşayan yazar, sanatçı, akademisyen ya da meslek sahibi Dersimli bir kesim var. Dersim’le ilgili ne olsa, yorumları, analizleri hazırdır, en doğru kendilerini görürler, tarafsızdırlar, gerçekçi bakarlar. Kendilerini Dersim’in ‘kanaat önderi, aydınları’ olarak gören bu kişiler, kendileri dışında tüm çevrelerin söylemlerini eleştirir, durmadan Dersim’in farklılığına vurgu yaparak, orayı sadece ve sadece kendilerinin tanıdığını söyleyip dururlar. Dersim ile ilgili her ne olursa onlara sorulmalıdır! Kendi steril yaşamlarından taviz vermezler, pratikleri ise o topraklar için bırakalım yarar, zarardır. Öte yandan sömürgeci karşısında ise Fanon’un dediği gibi her zaman yerini bilir, sınırları aşmazlar, eleştirirken mümkün olduğunca mütevazidirler.
Bir kesim de vardır ki, -sayıları oldukça fazladır- kanlı bir coğrafyada yaşamasına rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranır. Kendinden gayet memnundur, olabildiğince şişkindir, özgüveni tavandır. Ailesiyle günlük yaşamını sürdürmekten başka gayesi yoktur. Etrafında top patlasa, etraf kan gölüne dönse dönüp bakmayacak kadar bananecidir, bencildir. Ama konuştuğunda ‘dağları yerinden oynatabilir, en politik insandır, en devrimci insandır’, mutlaka her konuda söyleyecek bir şeyi vardır, yapılan mücadeleleri küçümser, sürekli akıl verir, hiç durmadan eleştirir, beğenmez. Bu kesim kadar kendini kandıran, olabildiğince küçülmüş ama bundan bihaber olan topluluk yoktur.
Bir de dedikodu furyası vardır Dersimliler içinde. Devletin, bir bilgiye ulaşmak için özel bir araştırma yapmasına gerek yoktur, bir adamını toplu mekanlara göndermesi yeterlidir. Orada konuşulanlardan yeterince bilgi alabilir. Çünkü belleksizleştirilen bir toplumda her şey çabuk unutulur. Bırakalım yılları, birkaç gün önceki olay bile unutulur gider, herkes yaşamına bakar.
Rêya Heq’ın Pîri mi olacaksınız
yoksa devletin ‘dede’si mi?
Tabii Rêya Heq/Raa Haq inancını sömüren ‘dedeleri’ de (özellikle Pîr demiyorum) unutmamak lazım. Utanmadan, Aleviliğe düşman, Alevilere ‘yuh’ çektiren, küfür eden, Alevileri katledenleri öven, en önemlisi planlı bir şekilde inancı yağmalamaya, sünnileştirmeye çalışan, güzele-iyiye-renkliliğe düşman DAİŞ zihniyetli rejimle iftar sofralarında buluşan, cemevlerinde bu rejimle yan yana durana Rêya Heq inancında Pîr denemez. Olsa olsa yolundan, inancından dönmüş ve devletin ‘dede’si denir. Bu kişilerin cemi, duası kabul olunur mu hak nezdinde? Yaşından başından utanmadan zalimin sofrasında oturan, onunla işbirliği yapana dede değil Muaviye yalakası denir. Alevi insanı, haktan ve haklıdan yanadır. Frantz Fanon’un da dediği gibi, sömürge ülkelerde bu gibi din, inanç insanları, hak yoluna değil “beyaz adamın yoluna, efendinin yoluna, ezenin yoluna çağırır.”
Oysa küçük köylerimizde bize öğretilen diyecem ama yok öğretilmezdi bizim hakikatimiz, yaşamdan öğrenilirdi. Hiçbirimizin ailesi, “Kızım-oğlum sen Alevisin, kurallarımız bunlar, kültürümüz budur” demezdi. O özün içine doğardık, yaşamdan öğrenirdik. Örneğin insan, doğa, hayvan hiçbir canlıya zarar vermemeyi, onlarla birlikte yaşamayı öğrendik. Yalan söylememeyi, komşun açken tok yatılmayacağını, paylaşmayı, yalnız olana tarlasında yardım etmeyi, çalmamayı, sevmeyi, dua etmeyi, ağaçları ve taşları yok etmeyi değil öpmeyi, adaletli olmayı, mazlumun yanında durmayı, zalime kulluk etmemeyi aksine ona karşı mücadele etmeyi öğrendik.
Peki şimdiki çocuklar, gençler kime ve neye bakarak bu hakikati öğrenecek? Üç beş kuruş için kendini muaviye zihniyetli iktidara satan ‘dedeler’den mi öğrenecek? Yolunu yitirmiş ailesinden mi, çevresinden mi? Gerçekte yaşanan bambaşkaysa, bizim ruhumuz değilse, hakikatimizi, inancımızı kim geleceğe taşıyacak, nasıl taşıyacak?
Rêya Heq inancında, tüm bu haksızlıklarla, yalanla hileyle, özünden dönenlerle mücadele etmenin binbir türlü yolu vardır. Bu kişileri içine almazdı Alevi toplumu, yolundan döneni yola davet eder, gelmezse dışlardı, selamını sabahını keserdi. Şimdi hiçbir ölçüsü yok kimsenin, gelene eyvallah gidene eyvallah. Dersim insanı, öncelikle bilinçli ya da bilinçsiz sömürgecinin uygulayıcısı olmuş kişileri tanımalı ve tavrını koymalı.
Firik Dede: Işıkta leke yoktur
Belki hiç bu tanımları yapmaya da gerek yoktur, hepimizin tanıdığı, ancak ölümden sonra anlamaya başladığımız Firik Dede’nin sözleri yitirdiğimiz hakikati ve onu küsmeye götüren gerçeğimizi anlatmaya daha fazla uyar: “Bilki oğul! Bütün karanlıklar kötüdür. Ömrüm boyunca şafağa secde etmem bu sebepledir. Çünkü seherin vakti ilk ışığın habercisidir ve bilki ışıkta leke yoktur. Bilir misin oğul! Toprak evlerimizin kapısı neden güneşe açılır? Sence bu bir tesadüf müdür? Unutma ki Dersim’in bütün ulu ağaçları gövdelerinde bize yer açmıştı, dağlarımızsa mazlumun sığınma eviydi. Onların kerametinden bir gün olsun şüpheye düşmedim. Ama gel gör ki her sabah kapımızın eşiğini ısıtan o yüce varlığa önce biz sırtımızı döndük, sonra da yol ve erkanı kayıp ettik. Unutma ki harami sofralarındaki kan lokmasını biz hazm ettik ama onlar asla hazm etmedi. Kendi gerçeğine hep sadık kaldılar kısacası. Dersim’in Tılsımı’nı biz bozduk oğul ve bedelini de ağır ödedik. Şimdi anlıyor musun, neden küstüğümü?”
Bu kendinden kaçış nereye kadar sürecek.
Yol ve erkanı kaybettiğimizi ne zaman kabullenecek Dersim insanı? Eşiğimizi ısıtan o yüce varlığa, itikadımıza sırtımızı döndüğümüzü bilmeyecek kadar bile cahilliğe saplandığını ne zaman farkedecek? Bunu farkedip mücadele etmedikçe bu kandırmaca sürecek ve bundan en büyük yıkımı Dersim coğrafyası görecek…
Kürdistan’ın zapt edilmeyen ruhu
Kürdistan coğrafyasında herkes Dersim’i tanır, acılarıyla, güzellikleriyle, direnişiyle tanır. Saygı duyar, sever, ilgilidir. Eleştirisi, hep örnek aldığı direniş ruhunun yitirilmemesi, yaşatılması içindir. Çünkü Dersim, Kürdistan tarihinde bir öncüdür, zapt edilmeyen bir ruhtur.
Dersim insanı, bu gerçekleri görmedikçe daha çok acı çekecek, çok Engin yitirecek, çok Sakine katledilecek, ormanlar yakılacak, çiçekler kökünden koparılacak, topraklar baraj altında bırakılacak, kutsal yerler kirletilecek, vadiler yok edilecek, hayvanları öldürülüp oraya buraya atılacak, dağları madenler için delinecek, tıpkı 38’de olduğu gibi dağlar bombalanacak ve evlatları vurulacak.
Kendine Zazayım, Aleviyim, solcuyum-devrimciyim, politik değilim, tarafsızım, sadece Dersimliyim, şu bu aşirettenim, İslam’ın bir parçasıyım… diyenler, korkmayın korkmayın, Dersim topraklarının itikadı, kimliği, özü sizi de korur. Ona dokunmaktan, yaklaşmaktan korkmayın. Belki biraz yanarsınız, belki acı çekersiniz ama ne idiği belirsiz, yalancı kimliklerle yaşamaktan daha iyidir.
Dağlara bakmakla yetinmeyin onları dinleyin, ağaçları, taşları, suyu, kurdu kuşu, börtü böceği dinleyin, kendiniz için anadilimizle dua edin: “Ya bimbarekê sodir, sifte hometê ra, têpîya ma rê bêrê comerdîye, ma qeda û bela ra, tenge û xiravînîyê ra bixelesnê, ma bindestîye de meverde, motacê xaîn û mixenetî meke…” Dersim coğrafyası insanla konuşur, dinler, affeder. Yaşlı ağaçların ve taşların gövdelerini eğilip öpün, alnınızı değdirin. Gerçek hakikat oradadır, başka hiçbir yerde aramayın, nafiledir!
Son söz de yine Fanon’dan olsun: “Sömürge rejiminin yıkılmasını hızlandıran, ulusun ortaya çıkışını besleyen hakikattir. Yerlileri koruyan ve yabancıların kaybetmesine yol açan şey hakikattir.”
Deniz Bilgin / Ö.Politika