Şafak, mecalini yitirmiş yaralı bir dünyaya açıyor gözlerini bu kez. İnsacıklar, yirmi yıl arayla yaşadığı iki büyük savaşın maddi ve manevi yıkıntılarını kaldırıyor, yaralarını sarıyor. Ayakta kalan tekeller, çökenlerin kaynaklarına, pazarlarına yerleşiyor, güçten düşenleri ise kendilerine katıp geleceğin çok uluslu tekellerinin nüveleri haline geliyor.
Yıkımını atom dehşetiyle tamamlayan, yeni devrimlere sahne olan ve Kore savaşına giren dünya umutsuz. Gelgelelim ki sosyalist devrimlerden etkilenen sömürgeler uyanıyor, kendi devletlerini kurma sürecine giriyor. Hindistan, Cezayir, Küba, Afrika ve Vietnam gibi parlak direnişler, uyuklayan ama yavaş yavaş güç toplayan Avrupa aydınlanmasını sokağa doğru dürtüklemeye başlıyor.
Ve bu duruma paralel olarak modernist Avrupa edebiyatı, sanatı, felsefesi ile buna yakın duran akımlar, varoluşu, kavramlar üzerinden gerçekliği, insanın ve onun yapıp ettiklerinin anlamını sorgulamayı derinleştiriyor. İleri insanlık Edebiyatta, derin iç çatışmalar yaşayan karakterlerin yaratıcısı Dostoyevski, Kafka, joy, Musil, Hermann Broch, Sartre, Camu, Hermann Hesse ve benzerlerini; felsefede ise Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger gibi simaları tartışarak varoluşu ve mevcut değerleri irdeliyor, sigaya çekiyor. Bu tartışmalarda, Marksizme yakın duran Frankfurt Okulu önemli bir rol oynuyor.
Altmışın başlarında dünya, Küba Kriziyle nükleer savaşın eşiğinden dönüyor. Bu yeni dehşet, insanın yaşama tutunma çabalarını bölüyor, geleceğe olan güvensizliğini ve yeter artık duygusunu güçlendiriyor. Baskılar artıyor. 1966’da Büyük Proleter Kültür Devrimi patlıyor Çin’de. Dünya bunu, devrim devletinin bir kesiminin halka, “Ayağa kalk, benim bürokratlaşan ve senden kopan yanıma saldır,” çağrısı olarak algılıyor. Milyonlar sokaklara çıkıyor, duvar gazeteleri çoğalıyor. Devrim’in, “Gericilere baş kaldırmak haktır!” “Savaşı devrimle engelleyin” şiarı tüm dünyaya yayılıyor. Bunu izleyen yıl içinde, dünyanın duyarlı kesiminin gündemine, Che’nin Bolivya’da vuruluşu oturuyor. 68’e girdiğimizde ise “Tet Saldırıları,” başlıyor Vietnamda. Siyahların Amerikadaki başkaldırıları ve Filistin direnişi derken Avrupa’da 68’ başlıyor.
Fransız egemenlerinin 2. Dünya savaşı sonrasında, Vietnam, Kamboçya, Laos ve Cezayir’de yürüttükleri sömürge savaşları ile bir yıl önceki yaygın işçi grevlerinin ve Guadeloupe’da yaşanan sömürgeci katliamın yarattığı gerilim, 68 mayısında patlamaya dönüşüyor. “Tüm iktidar hayal gücüne” şiarıyla Sorbon ve Odeon’u işgal ediyor gençlik. İşgale Maoist, Anarşist, Troçkist, neo-luxemburgist, guevarist gruplar öncülük ediyor. De Gaulle, 10 mayısta, “Barikatlar Gecesi” ni, yani ‘Quartier Latin’i buluyor karşısında. Şiarlar çoğalıyor, zenginleşiyor: “Yasaklamak yasaktır”,“Sormayacağız, İstemeyeceğiz, alacağız ve İşgal edeceğiz.”
Barikatlardaki ateşin gücü Paris işçilerini hareketlendiriyor. 13 Mayısta, yüzbinlerce işçinin katıldığı bir milyon insan Paris sokaklarına çıkıyor. Varoşlarda yaşayan, Afrika ve Mağrip başta olmak üzere, 2,5 milyon sefil göçmen işçilerin bir bölümü de harekete katılıyor. İşçi katılımlarından cesaret alan öğreciler, Sorbon’u yeniden işgal edip kızıl bayrağı indirildiği göndere yenide çekiyorlar. Bunu, 22 mayısta 9 milyon işçinin bir ay sürecek olan genel grevi izliyor. Genel grev, deprem etkisi yaratıyor. Hakim politika, hakimiyetini yitirir gibi oluyor ve olayların gerisine düşüyor. Fransız Komünist Partisine bağlı sarı sendikalar devre dışı kalıyor. De Gaulle, Paris’i terkedip Batı Almanya’daki Fransız işgal kuvvetleri karargahına sığınıyor. Ve böylece Fransız ‘68’ine işçi sınıfı damgasını vuruyor.
İtalyada da benzeri bir durum oluyor. 68’i orada tanımlayan şiar, milyonlarca işçinin ve öğrencinin haykırdığı “özyönetim” veya “doğrudan demokrasi” şiarıdır. Öğrenci hareketinden ibaret olan kitlesel Alman 68’ini tanımlayan ögeler ise, nükleer dünyaya hayır, enternasyonalizm, anti-kapitalizm ve cinsel devrimdir. Özellikle de bu son şiar, Freud’ün ve sol Freud’yen ya da seksüel radikalistler olarak nitelenen Wilhelm Reich, Geza Roheim, Herbert Marcuse gibi psikanalist ve sosyologların etkilediği, bunun yanında Frankfurt Okulu’nun etkilediği kadınların öncülüğü ile 68’in önemli şiarlarından biri haline geliyor. Yeryüzünde ilk kez, meydanlara çıkan bir kitle, bu şiarla, insanın sadece mallar, menkuller üzerindeki mülk hakkına saldırmakla kalmıyor, özgürlüğü yaşamın tüm alanlarına yayma arzusuyla tüm dünyaya cinsel devrim talebini dayatarak mülkiyetin temeline, en güçlü mülkiyete, erkeğin kadın, kadının erkek, yani insanın insan üzerindeki mülk ve sahiplik hakkına, dolayısıyla bu hakkın kalesi durumunda olan aileye de saldırmış oluyor.
Avrupa 68’nin kartal çığlığı olan Paris, Türkiye gençliğini derinden etkiliyor. Üniversitelerin özerk, nisbi özgür atmosferi içinde özgüven kazanan gençlik aslında 68’e hazırlıklıdır. Daha bir yıl öncesinden, Filistin halkından yana tavrını koyuyor, 1967’nin ekim ayında 6. Filo ya karşı eylemler düzenliyor, bununla kalmıyor, kasım ayında en geniş öğrenci kitlesiyle Kıbrıs Yürüyüşünü düzenliyor. Kıbrıs’ta Grivasçılar kan dökmüş, Türk uçakları adanın üzerinde uçmuş, Yunanistan ile savaş an meselesi haline gelmiş. Bunun üzerine Milli Türk Talebe Birliği, Türkiye Milli Talebe Federasyonu, FKF ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı gibi gençlik örgütleri ortaklaşa bir yürüyüş düzenliyor. Alpaslan Türkeşin CKMP’sinden, CHP ve TİP’e kadar uzayan geniş bir siyasal yelpazenin gençlik örgütleri, Grivas, Makarios, Yunanistan ve Amerika aleyhtarı sloganlarla Beyazıttan Taksime kadar yürüyor. Yürüyüşe, Türkiye İşçi Partisinin bir üyesi olarak katılıyorum. Türkeşçiler, “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır,” “Ordu Kıbrısa” diye bağırırken Deniz, TİP’li bir grup genç militanla birlikte, tüm TİP’li gençliğe “Yanki go home” gibi anti-emperyalist sloganlar attırıyor ve Aşık İhsani’nin de içinde bulunduğu bir grup devrimci ile beraber Amerikan bayrağını yakarak, yürüyüşün milliyetçi havasını anti- emperyalizme doğru kırıyor.
68’in mayısına geldiğimizde. Paris’teki başkaldırı bizim için kıvılcım oluyor. İlk hareket, Ankara İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden geliyor. Atılan iki arkadaşlarının okula alınması, inanç hürriyeti ve kızların başörtüsüne karışılmaması gibi taleplerle işgal eylemine başlıyorlar. Bunu on gün sonra, 13 maddelik reform talebiyle Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğrencilerinin işgal hareketi izliyor. Ankara’daki kıvılcım İstanbul’a sıçrıyor. 12 Haziran 1968’de İstanbul Hukuk Fakültesi işgal ediliyor ve Merkez binanın iç meydanına, bez üzerine yazılı “Sağ sol yok, boykot var!” flaması asılıyor. Bunu izleyen günlerde ise boykot ve işgal hareketleri ülkedeki tüm üniversiteleri sarıyor.
68 İbo’yu ve beni Laleli’deki Fen Fakültesi’nde yakalıyor. İbo Fizik, ben matematik bölümündeyim. Aynı fakültede, eylemin içindeyiz. İşgal komitelerinin, parkalı öğrencilerin, polis kıtalarının, flamaların, sloganların içinde. ibo, Çapa FKF başkanı, ben FKF’ nin İstanbul Bilim ve Kültür Kurulu ile Çapa kolu yönetim kurulu üyesiyim. Aksaray’daki FKF bürosu ile işgal edilen üniversite arasında mekik dokuyoruz. İşgalin giderek anti-emperyalist bir iklime doğru kayıyor. MTTB’li sağcı öğrencileri rahatsız. “Siz, siyaseti akademik taleplerin önüne çıkardınız,” diyerek desteklerini çekiyorlar. İşgali, TİP’li, FKF’li öğrenciler yürütmeye başlıyor.
Türkçe edebiyat, 68’in saflarında yerini almıyor ama karşı da çıkmıyor. Kemal Tahir ve destekçileri 68’e açıktan karşı çıkıyor. 68’den sonra 68’i somut şartları içinde hakkıyla anlatan edebi eserlere ne yazık ki pek tanık olamıyoruz. Harcanan gençlik; iyi niyetli, cesur gençlik mahiyetinde, ağıtımsı eserlerin yanında, idealize eden veya eleştiren eserler de yayınlanıyor. Bunların önemli bir bölümü, 12 martı ve cezaevlerini konu alıyor. Bu eserlerde yer alan tipler, 68 tiplerine pek benzemiyor. Eserlerin yazarları belli ki 68’e içerden değil, dışardan bakıyorlar.
68, tüm günahlarına rağmen, yeni bir dünya talebiyle, insanlık tarihinin ve modern başkaldırı kültürünün üç kıtada ortaya çıkan ilk örneği olmayı, ruhumuzu ve estetiğimizi etkilemeyi sürdürüyor. 68, tepeden değil tabandan başkaldırıyı, özgürlüğün ön şartı olarak kavradığı için, özgürlüğü de geleceğin değil, şimdinin gündemine soktuğu için önemini koruyor. Sokaklara müzikle, şiirle, sanatla çıkan 68, başkaldırıyı, yaratan insanın, yani özgürlüğü aşk haline getiren ve onsuz soluk alamayan insanın bir yaşam tarzı olarak kavradığı için gücünü hala koruyor. Mevcut dünya aklının ve duygusunun içinden çıkışı amaçlayan bir uzun yürüyüş olarak 68, yaşadığımız çağın yeni bulgularını ve sorunlarını yüklenerek, kendini sürekli inkar ederek ve yenilenerek sürdüreceğe benziyor yürüyüşünü.
Dersimgazetesi.org