Bizden önce asker ya da tim gitmiş olmalı ki, yol ayak izinden geçilmiyordu. Az ilerde de mevzileri duruyordu zaten. Belli ki pusuya yatıp beklemişlerdi bir zaman. O kara kışta kimi tuzağa düşüreceklerse artık! Neyse ki tez elden çıkıp gitmişti hepsi.
Biz dediğim; “x orté kırmancu” dedikleri devri çoktan geçmiş, beş ince uzun boylu insan idik. Üçümüz garptan çıkıp gelmiştik. Diğer ikisiyse o toprağın ezeli ve ebedi oğullarıydı. Kılavuzumuz önce Teço’ydu. Sonra Atmaca!
Atmaca, o der diyarın güneşe en yakın uçan kanatlılarına benziyordu. Hiçbir hamlesi sekmiyordu. Yorgunluk nedir bilmiyordu. Güce güçlüğe bana mısın demiyordu. Teço, zaten doğduğu ilk günden beri afattı!
Diğer üçümüze gelince: Ben yıllar var ki, daha bahar gelmeden dengimi ahengimi toplar soluğu bu yaban diyarda alırdım. Bilcümle ziyaretle hısım akraba olup bomboş göğün altında terk edilmiş konakları, kömleri ve evleri beklerdim. Öyle ki bu nafile çabamı kimileri kutsar kimileri yadırgardı ama ben durmadan kavmimin yaralarını yazar dururdum. Halbuki bir zamanlar sadece yaralara merhem olmakla meşguldüm!
Lace Seydali Heyder, deyim yerindeyse sırım gibi bir aileden geliyordu. Vakanüvisler “kılıç artığı” diyedursun onlara… Bu çocuk “tarihte bireyin rolü”nü erkenden kavramış gibi kendini daha küçük yaşta koca bir idealin içinde bulur. Meğer feylozofların “ütopya” dediği bu şeyin Türkçe karşılığı “yok ülke”dir.
Bu ailenin trajedisini bu der diyarda kim bilmez ki? Önce bu toprağın en eski sahipleri olarak soy sopları kurutulur. Ardından tehcirde mucize eseri sağ kurtulan Gregoryen dedeleri kırmançlara kızılbaşlara sığınır.
Sıra son nesle geldiğinde namlunun ucunda bu kez torununun torunu vardır. Generaller 80’darbesinde tüm bir kuşağı kodeslere tıktığında Lace Seydali Hesen, yönünü dağlara çevirir. Nasılsa ferman muktedirinse dağ taş onundur. Çok geçmeden faka basar ama. Şimdi mezarının yeri bile belli değildir.
İkinci kardeş, bir güz günü Ankara’nın bozkırında bu ülkenin taşına toprağına arkadaşlarıyla son bir yolculuk yapar. Oysa az sonra başına gelenlerden bihaberdir. Amacı yanındakilerle birlikte bu yaralı memleketin puslu havasına yeni nefesler üflemektir. Ne var ki zifiri karanlığı andıran güçlerin gazabına uğrar. Namlı zulmet çetesi Işid, yüzlerce nümayişçiyle birlikte onu havaya uçurur. Geride dört bir yana savrulan paramparça uzuvlarından başka bir şey kalmaz.
Şimdi bizimle yokuş yola düşüp doğduğu yere heyecanla yürüyen delikanlı bu ailenin en küçüğüdür işte. Annesi Altê Xatun, adı gibi zer yüzlü bir kadındı. Babası Seydali yok yoksul bir adamdı. Köyde Hecoğli’lerin taşına toprağına bakıyordu. Diğer çocukları unutmuşum nedense. Evlerini daha dünmüş gibi hatırlıyorum ama. Veroc’un dibinde, tarih öncesi bir kuyunun içindeydi sanki. Eski kırmanç kömlerini andırıyordu. Toprakla bitişikti. Tek lüksü önünde akan gürül gürül dereydi. Derenin içinde de bir dünya söğüt ağacı vardı. Oradan sadece pürüzsüz gökyüzü gözükürdü. Koca köyde beni mıknatıs gibi kendine çeken tek ev oydu. O evi ne vakit hatırlasam, Pülümürlü sürgün şair Cemalettin Seber’in dedikleri geliyor aklıma. “Yoksuluz gecelerimiz kısa!..”
Adını, o da benim gibi Hazreti Ali’nin kırk müstear adından birinden almış. (Unutmayın ki Banazlı pir-i faninin mahlaslarından biri de Haydar’dır!) Hatta evrak-ı metrukesinde oğullarından birinin mezarının bu yaralı topraklarda olduğu bile söylenir.
Değil mi ki “Haydar-ı Kerrar” da kerelerce dönüp cenk eden, yenen ve yenilendi ya… Ah, çöl tarihine bakan bunu hemen anlar zaten!
Küçük kardeş, gördüğü onca acıdan ve ağrıdan sonra nasıl bir şey yapmadan durabilip dayanabilsindi ki? Hele iki kardeşin uğruna can verdiği şey boynunda ağır bir zincir gibi sallanıp dururken! Şimdi ufka onlar adına o bakmakta ve o koşmaktadır işte.
“Torné Zelxa ma” Yılo’ya gelince: Tıpkı adı gibi; Ne yılan, ne yenilen, ne uslanan cinsten bir adam! Ve fakat hep mutsuz, hep kederli ve kara sevdalı. Safra kesesinde efkârdan başka bir şey yok. Gözlerini kapatarak söylediği türkülerde umut olsa da memesinin altındaki boşluk adeta yangın yeri. Ben onu yüreğini dağlayarak kılamlar yakıp söylediği ilk günden beri tanırım. Birçoğumuzda gözyaşı denen şey gün günden kuruyup gidiyorken, o hâlâ insanlığın şu son hali için içli içli ağlar durur.
Nitekim tıpkı vaktiyle “Erenlerin Bağından” söylediği gibi yazarın… “Yıllar yârlardan, yârlar yıllardan vefasız” oladursun; bizim çocuk hâlâ türkü söylüyor. “Geceler günleri, günler geceleri kovalıyor, saçlarımızda aklar akları, alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor” bizim çocuk yine türkü söylüyor. Oysa bağ u bahçeler bozulalı, yuvalar dağılalı, yollarda im-iz kalmayalı ve eski Kırmanciye viran olalı nice zaman oldu. Ama o hâlâ türkü söylüyor. Hasmına inat, hançeresine kuvvet, ağıt ve türkü söylüyor. Ve dinleyende yürek nedir bırakmıyor. Paramparça edip duruyor insanların sol memesinin altındaki cevahiri. Neden mi? Çünkü türkü onda hep aşktır. Aynı şairin demesi gibi; “Eririz, tükeniriz, toplanır yaratırız, bu bize aşktır!..”
İşte biz beş esmeran yürek, yer ve göğün ayna gibi parladığı ayaz bir kış vakti kimsenin gitmediği görmediği o yere, yara ve diyara çıkıyoruz. Üç namlı doruğun koruyup esirgediği bu kadim yer ki vaktiyle yedi kardeşin gelip konduğu sonra çil yavrusu gibi dağıldığı çok eski bir sefkanın yurdudur. Onu bu diyarda bilmeyen tanımayan yoktur. Rivayet odur ki, kırmançların, kızılbaşların “uz adam” dedikleri bu yaşlı zorba, tam yüz yirmi yaşındayken ölmüştür. Derler ki, katıldığı hiçbir cenkte yenilmemiş hiçbir vuruşmada yara almamış ve hiçbir zalıma boyun eğmemiştir. Yaşayıp öldüğü bu köyün adı “Dewa Pillé”dir. “Tertele”de kerelerce yakılıp yıkılmıştır. Türkçeye “Büyükköy” olarak çevrilebilir.
Kardeşlerim. Bilesiniz ki, artık kederle ve hasretle andığım bu evvel zaman eşkıyası, özbeöz dedemdir. Bu köyde doğar, bu köyde yaşar, bu köyde cenk eder ve burada ölür. Mezarı gökte tek başına kanat çırpan yalanuz bir kartal gibi kara yabanın içinde, ıpıssız bir tepenin tam üstündedir şimdi.
Heywağ hey! Demek ki kadim biliciler boşuna laf etmemiş. “Yol, yola çıktıktan sonra belirir.” Şehrin uğultusuna, garbın isine, sisine, pisine sırtımızı çevirip gidiyoruz. “Olemp’e bin çıkılır bir varılır” misali yürüyoruz. Tıpkı bir zamanlar “şerden, şeriattan, şeyhülistandan, kardeş katili sultandan” kaçan yaralı kızılbaşlar gibiyiz. Adeta dağlara sığınmaya, onlardan medet ummaya gidiyoruz.
Arkamda dediğim gibi bir gözü deniz, diğer gözü gökyüzü olan âşık var. Önümde atalarının “duduk” çala çala yüreğimizi bölük pörçük ettiği Lace Seydali Heyder, ortada bu yabanın kurdu Teço, çok uzakta da Atmaca var. Teço, elden ayaktan düşüp de bu jar u diyarda yaşamak zorunda kalanların eli ayağı sanki. Kim dara düşse ilk başvurdukları kişi o. Atmaca içimizdeki çok kanatlı tek insan! Uçurumun böğrüne basa basa yürüyor! Önce askerin donda kazdığı mevzileri buluyor sonra da don üstünde ayak izleri bıraka bıraka Veroc’a çıkıyor. İşin garibi korku nedir bilmiyor.
Üstü karla kaplı ilk köyün ilk evininin duvarındaki eğri büğrü sloganı okuduktan sonra yokuşa tırmanıp ormana dalıyoruz. Önümüzde koca bir kepçe var. Meğer yolu açmaya gelmiş. Gelmiş ama nafile. Kar öyle çok ki. Üstelik don. Bir adım dahi ilerleyemiyor tabii.
Sloganı duvara iki gözünü dikip Atmaca okuyor bize. “Berkin Elvan’ın Katili Patron Ağa Devletidir!” Hani şu “Gezi Direnişi”nde ekmek almak için sokağa çıkan ve fakat polis kurşunuyla yaralanıp ölen su gibi aziz çocuk var ya. İşte o! Burası Berkin’in annesinin köyü. Yerlilerin Bozku, resmiyetinse Çöğürlük dediği yer. Koca köyde şimdi sadece iki hanenin bacası tütüyor. Onları da köyün üstündeki ziyaret koruyor galiba. Adı mı? “Zel Baba!”
Derken tertemiz göğün ve kızgın güneşin altında yokuş yolu terleye terleye yukarı çıkarken ilk gördüğümüz şey, üç namlı doruk oluyor. İlkinin ta dibinden yürüyoruz zaten. Namı Veroc! Sonrası Sıvıskı, ötesi Bılges. Üçü de bu dağ başında kimsiz kimsesiz bir evladı bekler gibi başlarını uzattıkça uzatmışlar göğe. Gerçekten de ortalıkta benim bağırtım çağırtım dışında sada namına başka hiçbir şey yok. Öyle ki theyr u werg bile çekilip gitmiş bu ırak dağ köyünden sanki.
Heywağ hey! Böyle anları ta çocukluğumdan bilirim. Anam dışarı çıkar, sağa bakar sola bakar, hazin hazin söylenirdi. “Isıjiya ısıjiya lace mı” derdi.
Oysa hatırlayanlar bilir. Bir zamanlar nasıl da toy düğündü üç doruğun eteğinin altındaki bu karlı koyaklı kırmanç yurdu!
Sonra mola vere vere, türkü söyleye söyleye, Hecoğli’nin, Piro’nun, Keko’nun yanmış yıkılmış “pag”larını geçe geçe yaklaşıyoruz en nihayet kalbimizin son kalesine. Hepimiz anasının memesindeki ak sütü emmeye giden şen şakrak sabiler gibiyiz. Ter u revan içinde de olsa kavuşuyoruz son namlı tepeye. Metruk eve koşarken ilk çığlığı ben atıyorum. O ıssızlıkta sesim ta karşı dağa çarpıp yankı yapıyor sonra gelip bir bumerang gibi tekrar bizi vuruyor.
Burası Yusuf’umun orta direklerini ta “Uzun Tarla”dan getirip yaptırdığı bir eski konak. Son arbededen beri göçtükçe göçmüş ama. Oysa adına “evimizin idare lambası” dediğim anam, daha geçen seneye kadar sağdı. Herkesin “Ğezal,” resmiyetinse “Lili” dediği o kadın ki bu dağın maralıydı. Son inatçı kuşuydu. Üstelik parlayıp sönen bir çağın da soylusuydu. Düşünün ki, 38’de taramalının hışmından son anda kurtulabilenlerdendi! Ahir deminde çardağa çıkıp “Ax felek be bext felek” dediğinde dağlar bile efkâra gelip yürürdü. Mezarı şimdi başlı başına kar altındadır.
Öldüğünde hatırlıyorum, beynine kurşunu sıkarken, “Elveda ey dünya. Biz seni çok sevdik” diyen bemurat Serko, çığlık atıp bağırmıştı. “Gitti Ğezal nene gitti” deyip hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Serko, dil kurduydu. Kadim çöl dilinin piriydi. Geceleri zifiri karanlıkta ağzını açıp farsça şiirler okurken hançeresi bu vahşi yabanı zangır zangır titretirdi.
Vah ki ne vah! Önünde yaşanacak daha ne çok hayat vardı oysa. Yaşama da deli gibi açtı. Her şeye susuzdu. “Kitaba susuz, kadına susuz, insana susuz.” Hezeyanları öyle çoktu ki. Üstüne üstlük bir de yürek burkan bir hassasiyete sahipti. Beynini ta 38’den kalma kırmayla karlı boranlı bir zımıstan vakti havaya uçurdu. Geride ne mi bıraktı?
“Senin adına ey aşk” diyen farsi bir çığlık!
Heywağ hey! Unutmayın ki vasıl olduğumuz yer, aynı zamanda benim de bu yalan dünyaya gözlerimi açtığım ocaktı! Hatırlayın. İnsanın ilk çığlığı, ilk sevinci, ilk gözyaşı nerede zuhur etmişse orası en aziz yerdir. Ne diyordu Karpatların ahlakçısı düşünür E.M? “Çocukluğumun manzarası için dünyanın bütün manzaralarını verirdim.”
…………….
Sonra işte kuruluyoruz yıkık dökük çardağına. Açıyoruz güneşin altına kıt kanaat soframızı. Ve başlıyoruz yana yakıla ağıtlar ve türküler söylemeye.
“Munzur Dağı silelenmiş kar ile
Aram açık ela gözlü yâr ile!..”
Haydar Oğur / Dersim Gazetesi