İnsan doğallığını kaybettikçe yaşamın, dünyanın dengesi giderek bozuluyor ve yaratılan kaosta tükeniyoruz. Yaşamın içerisinde o kadar çok “değerler oluşturup, kendi oluşturduğumuz-oluşturulan değerlere o kadar büyük anlamlar veriyoruz ki bir süre sonra kendi yarattığımız kutsiyetlerin esiri haline dönüşüyoruz. İnsan dünyayı kendinden ibaret görüp büyük kibriyle kendi hırsları, amaçları doğrultusunda yürüyüp dünyaya hükmetmeye çalıştıkça büyük yıkımlara yol açıyor. Kazandığını sanırken büyük kaybettiğini fark etmiyor. Bilimin kazanma hırsının yol açtığı yıkımlar, artık bilim yoluyla bile düzeltilemiyor.
Sistemlerin geliştirdiği kazanma odaklı yaşam insan-doğa uyumunu ve insanın doğallığını kaybettirdiği gibi insanın-insanla ilişkilerini ve insana ait değerlerin kıymetini de kaybettiriyor. İnsan yaşamın her alanına kazanmak pespektifi ile baktığında ilişkiler doğallığını kaybederek yapaylaşıyor, sığlaşıyor. Bugün dostlukların anlamını eskiye nazaran yitirmesi, aile ilişkilerinin sarsılması, sevginin sıradanlaşması vb. hep insanın kazanma odaklı bakışıyla ilintilidir.
Doğallığını kaybeden insan, varılacak hedef odaklı yürüyüşünü de ilişkileri de buna göre düzenliyor. Ticaret yapan insan için ilişki sadece kazanmak üzerine olunca sadece kazanacağı ilişkileri kuruyor ve bu ilişkiden sadece ne kazanacağını düşünüyor. Yalnızlığı paylaşmanın, dayanışmanın, güvenin adı olan dostluk sadece kendisini ileriye taşıyacak olanlarla kuruluyor ve hedef odaklı olduğu için en ufak rüzgarda sonlanıyor. Artık evlilikler dahi hedefe varmak için kullanılan araçlara dönüşüyor. Tüm bunların getirdiği ise araçsallaşan insan oluyor.
İnsanı araçsallaştıran ve doğallığını kaybettiren sistemdir. Kapitalist modernitede insan, özne olmaya çalışırken nesne haline geldiğini fark etmiyor. Foucolt, “’özne’ olarak tanınmak için önce ‘tabi olmak’ gerekir” diyor. Örgütlenmelerin en üst düzeyi ve kapsamlısı olan devlet kendini örerken toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirir. Her şey sistemin devamı için olduğundan insanın doğallığını ve özgürlüğünü kaybetmesi sistemlerin varlığı için olmazsa olmazdır. Önümüze konulan, belirlenen hedefler farkında olmadığımız yönlendirmelerdir. Toplumsal yaşam içinde bize verilen roller yönlendirmelerin sonucudur. Özgürce, kendi irademizle verdiğimizi sandığınız kararların, sistemin yönlendirmesiyle verdiğimiz kararlar olduğunu idrak edemeyecek seviyede olmamızın nedeni çocukluğumuzdan itibaren sistem tarafından yönlendirilmiş olmamızdandır. Herkes sistemin belirlediği toplumsal rolü oynuyor!
Sistemin belirleyici rolüne karşı insanın özgürleşme arayışını kesintisiz sürse de özgür toplum, özgür düşünce yaratma konusunda gelinen aşama derinliğine irdelendiğinde ilkel insan kadar özgür olup olmadığımız dahi tartışılır durumdadır.
Özgürlük odaklı mücadele yürütenler, sistemi geriletmede, kendi hedeflerine varma noktasında ve özgürlüğe yaklaşımda açığa çıkan benzeşmeyi de sorgulamak zorunda. Belki de yeterli mesafe alınmayışı burada aramak gerekiyor.
Filistinli şair Mahmut Derviş; “Ceza evindeyken şiirsel bir bakışla işkencecimi bir mahkum olarak görüyordum. Kendimi ondan daha özgür hissediyordum, çünkü benim sadece özgürlüğümü elimden almışlar. Kendimi ötekinde tanıma becerim hala yerindeydi” diyor.
“Kendini ötekinde tanıma becerisinin” getirdiği özgürlük gerçek özgürlük noktasındaki büyük adımdır. Bu arayışta, ‘kendi işkencecisini görme’ çabası bize yol göstermiyor mu? Yönetenler, egemenler ötekileştirip, kin nefret üzerinden kendini var ederken özgürlük kavgası verenlerin farklı olması gerekiyor.
Sistem insanı araçsallaştırıyorsa alternatifi toplumsallaştırmak olmalı. Sistem kazanmak odaklı ise alternatifi paylaşmak, dayanışmak olmalı. Sistem toplumsal rol bölüşümüne uygun bağımlı, köle birey hedefliyorsa alternatifi özgür düşünceli bireyle, özgür toplum yaratmak olmalı. Tüm bunlar içinde önce insanı kendi doğallığı ile yeniden buluşturmayı başarmak gerekiyor.
ERGİN DOĞRU
Elazığ 1 Nolu F Tipi Cezaevi.
(Desim Gazetesi sayı 83)